Tarih Kavramı Üzerine — Walter Benjamin

Angelus Novus (Klee)

Angelus Novus (Klee)

I

Hep söylenegeldiğine göre, bir otomat varmış ve bu öyle yapılmış ki, bir satranç oyuncusunun her hamlesine, kendisine partiyi kesinlikle kazandıracak bir karşı hamleyle yanıt verirmiş. Geniş bir masanın üstündeki satranç tahtasının başında, sırtında geleneksel Türk giysileri bulunan, nargile içen bir kukla oturur­muş. Aynalardan oluşan bir sistem aracılığıyla, ne yandan bakı­lırsa bakılsın, masa saydammış gibi görünürmüş. Gerçekte ise masanın altında, satranç ustası olan kambur bir cüce otururmuş ve kuklanın ellerini iplerle yönetirmiş. Bu mekanizmanın bir benzerini felsefe alanı için tasarımlayabilmek olasıdır. Bu bağ­lamda sürekli kazanması öngörülen, “tarihsel maddecilik” diye adlandırılan kukladır. Bu kukla, bilindiği üzere, günümüzde ar­tık küçük ve çirkin olan, kendini göstermesine de izin verilme­yen tanrıbilimi de hizmetine aldığı takdirde, herkesle rahatça başa çıkabilir.

II

“İnsan doğasının en ilginç özelliklerinden biri”, der Lotze, “… bireyin bunca bencil oluşuna karşın, her şimdiki zamanın kendi gelecek zamanı karşısında kıskançlıktan bunca yoksullu­ğudur.” Bu düşüncenin götürdüğü sonuç içimizde oluşturduğumuz mutluluk tasarımının tümüyle belli bir zaman parçasının, yani kendi varlığımızın akışının bizim için yalnızca bir kez öngörmüş olduğu zaman parçasının rengini taşıdığıdır. İçimizde kıskançlık uyandırabilecek mutluluk, yalnızca soluduğumuz ha­vada vardır, konuşmuş olabileceğimiz insanlarla, bize kendileri­ni vermiş olabilecek kadınlarla söz konusudur. Başka deyişle, mutluluk tasarımı içersinde, kaçınılmaz olarak, bir tür ilahi kur­tuluşun titreşimleri de vardır. Tarihin konu edindiği, geçmişe ilişkin tasarım için de bu, böyledir. Geçmiş, kendisini kurtuluşa yönelten gizli bir dizini de beraberinde taşır. Zaten bizden ön­cekilerin içinde yaşadıkları havadan hafif bir esintiyi biz de duyumsamaz mıyız? Kulak verdiğimiz sesler içersinde, artık sus­muş olanların yankısı da yok mudur? Kur yaptığımız kadınların hiçbir zaman tanıyamadıkları kız kardeşleri olmamış mıdır? Böy­leyse eğer, o zaman geçmiş kuşaklarla bizimkisi arasında gizli bir anlaşma var demektir. O zaman demektir ki, bizler bu dün­yada beklenmişiz. O zaman, bizden önceki her kuşağa olduğu gibi, bize de zayıf bir Mesih gücü verilmiştir ve bu güç üzerin­de geçmişin de hakkı vardır. Bu, bedeli ucuz ödenebilecek bir hak değildir. Tarihsel maddeci, bunu bilir.

III

Olayları, aralarında büyük ve küçük ayrımı gütmeksizin an­latan vakanüvis, bir kez olmuş hiçbir şeyin tarih açısından yitip gitmiş sayılamayacağı gerçeği doğrultusunda davranmış olur. Doğal olarak, ancak bütünüyle kurtuluşa erebilmiş bir insanlık geçmişine de bütünüyle sahip olabilir. Anlatılmak istenen, şu­dur: Ancak kurtuluşa ermiş bir insanlık için geçmişi, her anıyla alıntılanabilir nitelik kazanmıştır. Yaşanmış anlarından her biri, gündemdeki bir alıntıya dönüşmüştür – mahşer gününün gündeminde olan bir alıntı.

IV

Önce yiyeceğinizi ve giyeceğinizi ararsanız eğer, cennetin kapıları önünüzde kendiliğinden açıla­caktır.
HEGEL, 1807

Marx’ın öğretisi doğrultusunda eğitilmiş bir tarihçinin sü­rekli göz önünde bulundurduğu sınıf kavgası, ilkel ve maddî şeyler uğruna, başka deyişle inceliğin ve tinselliğin onlarsız dü­şünülemeyeceği şeyler uğruna yapılan kavgadır. Bununla birlik­te inceliğin ve tinselliğin sınıf kavgası içersindeki varlıkları, za­feri kazanana düşecek bir ganimet tasarımından farklıdır. Sözü edilen kavga içersinde bunlar, geleceğe güven duygusu ve yü­reklilik olarak, mizah duygusu, kurnazlık, yılmakbilmezlik olarak canlıdırlar ve geride kalmış uzak zamanları da etkilerler. Bunlar, iktidar sahiplerinin her zaferini sürekli olarak yeniden sorgulayacaklardır. Tıpkı çiçeklerin başlarını güneşe çevirmele­ri gibi, geçmiş de, gizli bir güneşe yönelimin etkisiyle, tarihin göklerinde bugün yükselmekte olan güneşe dönmek çabasında­dır. Tarihsel maddeci, değişimlerin bu en göze çarpmayanını anlamak zorundadır.

V

Geçmişin gerçek yüzü hızla kayıp gider. Geçmiş, ancak göze göründüğü o an, bir daha asla geri gelmemek üzere, bir an için parıldadığında, bir görüntü olarak yakalanabilir. “Gerçek bizden kaçmayacaktır.” – Gottfried Keller’e ait olan bu söz, tarihselciliğin kendi tarih anlayışı içersinde tarihsel maddeciliğe yenik düştüğü noktayı tam olarak göstermektedir. Çünkü bura­da, geçmişte kendisinin de düşünülmüş olduğunun bilincine varmayan her şimdiki zaman’la birlikte, bir daha geri getirilme­si olanaksız biçimde yitip gitme tehlikesiyle karşılaşan bir gö­rüntünün varlığı söz konusudur.

VI

Geçmişi tarihsel olarak dile getirmek, o geçmişi “gerçekte nasıl olduysa, öyle” bilmek değildir. Buna karşılık, bir tehlike anında parlayıverdiği konumuyla, bir anıyı ele geçirmek demektir. Ta­rihsel maddecilik için önemli olan, geçmişe ilişkin bir görüntüyü, tehlike anında tarihsel özneye ansızın gözüktüğü biçimiyle koru­maktır. Tehlike, hem geleneğin varlığına, hem de o geleneğin ses­lendiklerine yöneliktir. İkisi için de aynı tehlike, yani kendini ege­men sınıfların bir aracı kılma tehlikesi vardır. Her çağda yapılması gereken, geleneği, onu alt etmek üzere olan konformizmin elin­den bir kez daha kurtarmak için çaba harcamaktır. Çünkü Mesih, yalnız kurtarıcı olarak gelmez; şeytanı alt eden sıfatını da taşır. Geçmişteki umut kıvılcımını körükleyerek tutuşturma yeteneği, yalnızca geçmişi özümsemiş tarihçide bulunabilir; düşman galip geldiğinde, ölüler bile kendilerini bu düşmandan kurtaramayacak­lardır. Ve bu düşman daha zafer kazanmayı sürdürmektedir.

VII

Acıların yankılandığı bu vadideki karanlığı ve büyük soğuğu düşün.
BRECHT, Üç Kuruşluk Opera

Fustel de Coulanges, geçmiş bir dönemi yeniden kafasında canlandırmak isteyen tarihçiye, tarihin o dönemden sonraki akışına ilişkin tüm bildiklerini düşüncelerinden uzaklaştırmasını öğütler. Tarihsel maddeciliğin ilişkilerini kestiği yöntemi bundan daha iyi belirleyebilmek, olanaksızdır. Bu, bir özdeşleyim yöntemidir. Bunun kaynağı, yüreğin üşengeçliğidir, acedia’dır (umursamazlık); bu üşengeçlik, yalnızca bir an için parlayıveren gerçek tarihsel görüntünün üzerinde egemenlik kurulmasında duraklamaya yol açar. Ortaçağın tanrıbilimcileri, bu yürek üşen­geçliğini hüznün gerçek kaynağı sayarlardı. Bu hüzünle tanışmış olan Flaubert, şöyle yazar: “Kartaca’yı yeniden canlandırabilmek için ne kadar hüzne katlanmak gerektiğini pek az kimse kestire­bilir.” Tarihselciliği izleyen tarihçinin aslında kiminle özdeşleş­tiği sorulduğu takdirde, bu hüznün doğası açıklık kazanır. Soru­nun yanıtı, kaçınılmaz olarak galip gelenle özdeşleşildiğidir. Gelgelelim belli bir dönemin iktidar sahipleri, daha önceki bütün galiplerin mirasçılarıdırlar. Bu durumda galip gelenle özdeşleş­me, her zaman tüm iktidar sahiplerinin işine yaramaktadır. Bu söylenenler, tarihsel maddeci için yeterlidir. Bugüne değin zafer kazanmış kim varsa, bugün iktidarda olanları bugün yere serilmiş olanların üstünden geçiren zafer alayıyla birlikte yürümektedir. Savaş ganimeti de, âdet olduğu üzere, bu zafer alayıyla birlikte taşınmaktadır. Bu ganimet, kültür varlıkları diye adlandırılmak­tadır. Tarihsel maddeci, bunları arada bir uzaklık bırakarak izle­yen gözlemci kimliğindedir. Çünkü önünde kültür varlıkları di­ye gördüklerinin hepsi, insanın tüyleri ürpermeksizin düşüne­meyeceği bir kaynaktan gelmektedir. Bunlar varlıklarını, yalnız­ca onları yaratan dehalara değil, ama aynı zamanda o dehaların çağdaşlarının adı anılmayan angaryalarına borçludur. Kültür alanında hiçbir belge yoktur ki, aynı zamanda bir barbarlık belgesi niteliğini taşımasın. Böyle bir belge nasıl barbarlıktan arınmış değilse, belgenin kuşaktan kuşağa geçişini sağlayan gelenek sü­reci de barbarlıktan uzak sayılamaz. Bundan ötürü tarihsel mad­deci, sözü edilen gelenekten olabildiğince uzaklaşır. “Tarihin tüylerini tersine fırçalamayı”, kendisi için görev sayar.

VIII

Ezilenlerin geleneği, bize içinde yaşadığımız “olağanüstü hal”in gerçekte kural olduğunu öğretir. Yapmamız gereken, bu duruma uygun düşecek bir tarih kavramına ulaşmaktır. O zaman gerçek anlamda olağanüstü hal’in oluşturulması, gözümüzde bir görev niteliğiyle belirecektir; böylece de faşizme karşı yürütü­len kavgadaki konumumuz, daha iyi bir konum olacaktır. Faşiz­min bir şansı da, faşizme karşı olanların onu ilerleme adına tarih­sel bir kural saymalarıdır. — Yaşadıklarımızın yirminci yüzyılda “hâlâ” olabilmesi karşı­sında duyulan şaşkınlık, felsefe anlamında bir şaşkınlık değildir. Bu şaşkınlık, kendisine kaynaklık eden tarih anlayışının savunulamayacağı bilinmediği sürece, hiçbir bilme sürecinin başlangıcını oluşturamaz.

IX

Uçmaya hazırdır kanatlarım
dönmek isterdim elbet geriye
çünkü o zaman canlı olarak bile kalsaydım
aza­lırdı şansım yine de.
GERHARD SCHOLEM, Angelus’tan Selam

Klee’nin Angelus Novus adlı bir resmi vardır. Bir melek betimlenmiştir bu resimde; meleğin görünüşü, sanki bakışlarını dikmiş olduğu bir şeyden uzaklaşmak ister gibidir. Gözleri, ağzı ve kanatları açılmıştır. Tarihin meleği de böyle gözükmelidir. Yüzünü geçmişe çevirmiştir. Bizim bir olaylar zinciri gördüğümüz noktada, o tek bir felaket görür, yıkıntıları birbiri üstüne yı­ğıp, onun ayakları dibine fırlatan bir felaket. Melek, büyük bir olasılıkla orada kalmak, ölüleri diriltmek, parçalanmış olanı ye­niden bir araya getirmek ister. Ama cennetten esen bir fırtına kanatlarına dolanmıştır ve bu fırtına öylesine güçlüdür ki, melek artık kanatlarını kapayamaz. Fırtına onu sürekli olarak sırtını dönmüş olduğu geleceğe doğru sürükler; önündeki yıkıntı yığı­nı ise göğe doğru yükselmektedir. Bizim ilerleme diye adlandırdığımız, işte bu fırtınadır.

X

Manastır kurallarınca, rahipler üzerinde derin düşüncelere dalsınlar diye saptadıkları konuların görevi, rahipleri dünyadan ve dünyada olup bitenlerden uzaklaştırmaktı. Burada izlediği­miz düşünce biçimi de benzer bir amaçtan kaynaklanmıştır. Faşizmin karşıtlarının umut bağladıkları politikacıların yere seril­dikleri ve yenilgilerini, kendi davalarına ihanet ederek, daha da pekiştirdikleri bir anda bu düşünce biçiminin amacı, politika dünyasını bu hainlerin ağzından kurtarmaktır. Gözlerimizin çı­kış noktası, bu politikacıların ilerlemeye olan körü körüne inançlarının, kendi “kitle temellerine” duydukları güvenin ve son olarak da kendilerini tam bir köle tutumuyla, denetlenmesi olanaksız bir aygıtın dişlilerine dönüştürmelerinin, aynı şeyin üç ayrı yönünü oluşturduğudur. Bu gözlem, sözü edilen politikacı­ların savunmayı sürdürdükleri düşünceyle her türlü ortaklıktan kaçınan bir tarih anlayışının, bizim alışılmış düşünce biçimimi­ze ne denli pahalıya patlayacağı konusunda bir fikir vermeye ça­lışmaktadır.

XI

Başlangıçtan bu yana sosyal demokraside var olan konformizm, sosyal demokrasinin yalnız siyasi taktiklerine değil, ama ekonomik düşüncelerine de bulaşmıştır. Bu konformizm, daha sonraki çöküşün nedenlerinden biridir. Hiçbir şey Alman işçi sı­nıfını, kendisinin de akıntıyla birlikte yüzdüğü düşüncesi kadar yozlaştırmamıştır. Bu sınıf, teknik gelişmeyi birlikte yüzdüğü akıntının bir çavlanı saydı. Buradan, teknik ilerlemeye götürdü­ğü söylenen fabrika çalışmasının siyasal bir edim olduğu yanıl­samasına uzanan yol, artık yalnızca bir adımlıktı. Eski Protestan çalışma ahlâkı, Alman işçi sınıfı saflarında, laik bir görünüm içer­sinde dirilişini kutlamaktaydı. Gotha Programı, bu kargaşanın izlerini taşımaya başlamıştır bile. Bu program, emeği “tüm zen­ginliğin ve kültürün kaynağı” diye tanımlar. Kötü bir şeyler se­zen Marx, buna verdiği yanıtta, çalışma gücünden başkaca mül­kü bulunmayan insanoğlunun “zorunlu olarak, kendilerini mülk sahibi konumuna getirmiş… öteki insanların kölesi olacağını” söylemiştir. Ama kargaşa, bundan etkilenmeksizin yaygınlaşma­yı sürdürdü ve kısa süre sonra Josef Dietzgen, şunu ilan etti: “Emek, yeniçağın Mesihinin adıdır… Zenginlik… emeğin geliş­tirilmesidir ve bu zenginlik, şimdiye kadar hiçbir kurtarıcının başaramadığını başarabilir.” Emeğin ne olduğuna ilişkin bu ilkel-Marksist kavram, çalışanların, bu çalışmanın ürününü denetleyemedikleri sürece, ondan nasıl yararlanabilecekleri sorusu üzerinde fazla durmaz. Bu kavram toplumsal gerilemeleri değil, yalnızca doğaya egemen olma yolunda atılan adımları gerçek di­ye benimsemek ister. Sonradan faşizmin çatısı altında ortaya çı­kacak olan teknokrat çizgiler, bu kavram içersinde belirginleşmiştir. Bu çizgilerden biri de, 1848 Devriminden önceki sosya­list ütopyaların doğa kavramıyla gelecek için hiç de iyi şeyler va­at etmeyen bir farklılık sergileyen doğa kavramıdır. Yeni anlayı­şa göre emek, doğanın sömürülmesi amacına yöneliktir; bu du­rum naif bir tatmin duygusuyla, emekçi sınıfın sömürülmesiyle karşılaştırılır. Fourier gibi biriyle alay edilmesine malzeme sağ­lamış fantaziler, bu pozitivist anlayışla karşılaştırıldığında şaşır­tıcı biçimde sağlıklı gözükmektedir. Fourier’ye göre iyi bir yapı­ya kavuşturulmuş toplumsal emeğin sonucunda dünyamızın ge­cesi, dört ay tarafından aydınlatılacak, kutuplardaki buzlar geri çekilecek, denizin suyu artık tuzlu bir tat taşımayacak ve vahşi hayvanlar insanların hizmetine gireceklerdi. Bütün bunlar, do­ğayı sömürmek şöyle dursun, olası yaratılar niteliğiyle o doğanın kucağında uyuklayanları uyandırabilecek bir emeği sergilemek­tedir. Yozlaşmış bir emek kavramının çerçevesine, onun tamam­layıcısı olarak, Dietzgen’in deyişiyle “bedavadan var olan” doğa da girer.

XII

Tarihi gereksiniyoruz, ama bilginin bahçesinde ay­lak aylak gezinen bir şımarığınkinden farklı bir biçimde.
NIETZSCHE, Tarihin Yaşam İçin Yararı ve Zararı Üzerine.

Tarihsel bilginin öznesi, kavga eden, ezilen sınıfın kendisi­dir. Marx’ta bu sınıf, özgürlük hareketini kuşaklar boyunca ezil­miş olanlar adına tamamlayan, öz alan, köleleştirilmiş son sınıf olarak ortaya çıkar. “Spartaküs Hareketi”yle kısa süre için bir kez daha gerçeklik kazanacak olan bu bilinç, sosyal demokrasiye es­kiden beri itici gelmiştir. Sosyal demokrasi otuz yıllık bir süre içersinde, bir önceki yüzyılı yerinden oynatmış olan bir adı, bir Blanqui’nin adını neredeyse tümüyle silmeyi başardı. İşçi sınıfına gelecek kuşakların kurtarıcısı rolünü yükleyerek, kendini öne çı­karmayı yeğledi. Böylece bu sınıfın en büyük güç kaynağını kurutmuş oldu. İşçi sınıfı bu okulda hem nefreti, hem de özveri is­li mini unuttu. Çünkü bunların ikisi de özgürlüğüne kavuşmuş torunlar idealiyle değil, ama köleleştirilmiş ataların imgesiyle bes­lenir.

XIII

Davamız her geçen gün daha netleşiyor ve halk da­ha da akıllanıyor.
JOSEF DIETZGEN, Sosyal Demokrat Felsefe.

Sosyal demokrat kuram ve ondan daha ileri ölçüde olmak üzere, sosyal demokrat uygulama, gerçekliği temel almayan, dogmatik bir istemle ortaya çıkan bir ilerleme kavramınca belirlenmişti. Sosyal demokratların kafalarındaki biçimiyle ilerleme, önce İnsanlığın (yalnızca becerilerinin ve bilgilerinin değil) kendisinin ilerlemesiydi. İkinci olarak (insanlığın yetkinleşme konusundaki sınırsızlığı doğrultusunda), sonu hiç gelmeyecek bir ilerlemeydi. Üçüncü olarak da ilerleme (kendiliğinden gelişen, düz ya da sar­mal bir yörüngeyi izleyen), aslında engellenemez bir hareket sa­yılmıştır. Bu önermelerin tümü de tartışmalıdır ve eleştiriye dü­şen, bütün bu önermelerin arkasına çekilmek, hepsinde ortak olan üzerinde yoğunlaşmaktır. Tarihte insan soyunun ilerlemesi­ne ilişkin bir tasarım, insanlığın bağdaşık nitelikte ve boş bir zamandan geçerek gelişen ilerlemesi tasarımından kopuk olarak düşünülemez. Bu ilerleyiş tasarımının eleştirisi, bir bütün olarak İlerlemenin eleştirisinin temellerini oluşturmak zorundadır.

XIV

Hedef, kaynaktır.
KARL KRAUS, Worte in Versen I

Tarih, yerini bağdaşık ve boş zamanın değil, ama şimdiki anmanın oluşturduğu bir kurgulamanın nesnesidir. Örneğin Robespierre’e göre Roma, şimdi ile dolu olan ve kendisinin tarihin akışı içersinden zorla koparıp aldığı bir geçmişti. Fransız Devri­mi, kendini geri dönmüş bir Roma sayıyordu. Eski Roma’yı, tıp­kı modanın geçmişe karışmış bir giysiyi alıntılaması gibi alıntılı­yordu. Moda, geçmişin çalılıkları arasında dolanıp duran güncel’in kokusunu alma yeteneğine sahiptir. Başka deyişle moda, geçmişe atlayan bir kaplan gibidir. Yalnız bu atlayış, egemen sı­nıfların buyruğundaki bir arenada gerçekleşir. Aynı atlayış, tarihin altında, Marx’ın devrim olarak anladığı diyalek­tik hamledir.

XV

Tarihin akışını parçalama bilinci, eyleme geçtikleri anda devrimci sınıflara özgü olan bir bilinçtir. Büyük Fransız Devri­mi, yeni bir takvim yürürlüğe koymuştu. Bu takvimin başlangıcını oluşturan gün, bir hızlı çekimin işlevini görür. Bayram gün­leri, yıldönümleri olarak sürekli geri dönen, aslında ise hep aynı kalan günlerdir. Demek ki takvimler, zamanı saatler gibi ölç­mez. Takvimler, yüz yıldan bu yana Avrupa’da artık sanki izi bi­le kalmamış olan bir tarih bilincinin anıtlarıdır. Temmuz Devri­mi sırasında bile bu bilinci sergileyen bir olay olmuştu. İlk savaş gününün akşamı gelip çattığında, Paris’in çeşitli bölgelerinde birbirinden bağımsız olarak, kulelerdeki saatlere nişan alındığı görüldü. Kehanet gücünü belki de uyağa borçlu olan bir görgü tanığı, o sıralarda şunları yazmıştı:

Qui le croirait! on dit qu’irrités contre l’heure
De nouveaux Josués, au pied de chaque tour,
Tiraient sur les cadrans pour arrêter le jour.


Kim inanırdı! Derler ki, zamana karşı öfkeli
Yeni Yaşua’lar gelip dikildi her kulenin dibinde
Ve asıldılar akrebe yelkovana saat dursun diye.

XVI

Tarihsel maddeci, geçiş dönemi olmayan, ama içersinde za­manın durmuş olduğu bir şimdiki zaman kavramından vazgeçe­mez. Çünkü onun içinde bulunduğu ve kendisi için tarih kale­me aldığı şimdiki zaman’ı tanımlayan, bu kavramdır. Tarihselcilik, geçmişin “sonrasız” görüntüsünü çizerken, tarihsel madde­ci salt o geçmişe ilişkin ve biriciklik niteliğini taşıyan bir dene­yimi dile getirir. Tarihselciliğin umumhanesinde “bir zamanlar” adlı fahişeyle gününü gün etmeyi ise başkalarına bırakır. Sahip olduğu güçler üzerindeki egemenliğini korur: Tarihin süreklili­ğini parçalayabilecek güçtedir.

XVII

Tarihselciliğin varacağı doruk, yasası gereği, evrensel ta­rihtir. Materyalist tarihçilik, yöntem açısından belki de en belirgin olarak böyle bir tarihten ayrılır. Birincisinin kuramsal bir donanımı yoktur. Yöntemi, toplama yöntemidir: Bağdaşık ve boş zamanı doldurabilmek için olgular yığınını kullanır. Maddeci tarihçilik ise yapıcı bir ilkeyi temel alır. Düşünme eyleminin çerçevesinde yalnızca düşüncelerin akışı değil, ama durdurulması da vardır. Düşünme eylemi, gerilimlere doymuş bir konumda ansızın mola verdiğinde, bu konuma bir şok uygulamış olur ve bu sayede o konum, bir monad niteli­ğiyle belirginleşir. Tarihsel maddeci, tarihî bir konuya, o ko­nu ancak karşısına bir monad olarak çıktığı noktada yaklaşır. Bu yapı içersinde, olayın Mesihçi bir tutumla durağan kılın­masının göstergesini saptar; başka deyişle, ezilen bir geçmiş adına sürdürülen kavga açısından devrimci bir fırsat görür. Bu fırsattan, belli bir dönemi tarihin bağdaşık akışından ko­parmak için yararlanır; böylece, dönemden belli bir yaşamı, bir yaşam boyunca oluşturulmuş yapıtların tümü arasından belli bir yapıtı koparıp almış olur. Yöntemin ürünü, yapıt içersinde bütün bir yaşam boyunca yaratılanların, bunlar içer­sinde belli bir çağın ve çağ içersinde de tarihin tüm akışının korunmasıdır. Tarihsel olarak kavrananın besleyici meyvesi, zamanı değerli, ama tadı bulunmayan bir tohum niteliğiyle içinde barındırır.

XVIII

Zamanımızın bir biyologu, şöyle demektedir: “Homo sapiens’in o acınası elli bin yılı, yeryüzündeki organik yaşamın ta­rihiyle karşılaştırıldığında, yirmi dört saatlik bir günün sonunda­ki iki saniye gibidir. Uygarlaşmış insanlığın tarihi bu ölçüte vu­rulduğunda, ancak son saatin son saniyesinin beşte birini doldu­racaktır.” Mesihçi zamanın dev bir özeti olarak tüm insanlığın tarihini kapsayan şimdiki zaman, insanlığın tarihinin evrendeki yeriyle tamamen örtüşmektedir.

(Ek)

A

Tarihsellik, tarihin değişik anları arasında bir neden-sonuç bağlantısı kurmakla yetinir. Ama hiçbir olgu, bir neden olduğu için zorunlu olarak tarihsel olgu niteliğini de kazan­maz. Bu niteliği, olup bitişinin ardından, belki binlerce yıl sonra ortaya çıkan koşullar ve koşullar aracılığıyla kazanır. Bu­nu çıkış noktası yapan tarihçi, olaylar dizisini bir tespih gibi parmaklarının arasından kaydırmaktan vazgeçer. Kendi çağı­nın geçmişteki son derece belirli bir çağla paylaştığı konumu kavrar. Böylece, içinde Mesihçi zamanın kırıntılarının bulun­duğu bir şimdiki zaman kavramını “şimdinin zamanı” niteli­ğiyle oluşturur.

B

Zamana bağrında neler sakladığını soran kâhinler, hiç kuş­kusuz zamanı ne bağdaşık, ne de boş olarak algılamışlardır. Bu­nu göz önünde tutan, belki anılarda geçmiş zamanın nasıl yaşandığı konusunda bir fikir edinebilir: Geçmiş zaman da tıpkı yu­karıdaki gibi yaşanmıştır. Bilindiği üzere, Yahudiler için geleceği araştırmak yasaktı. Tora ve dua ise onlara anımsama konusun­da yol gösterir. Bu, Yahudiler’i geleceğin, kâhinlerden bilgi alanların da kendilerini kaptırmadıkları büyüsünden kurtarmış­tır. Ama bu durum, Yahudiler için geleceği bağdaşık ve boş bir zamana dönüştürmemiştir. Çünkü bu gelecek içersinde her an, Mesih’in girebileceği küçük bir kapıdır.

(Walter Benjamin 1940 Tarih Kavramı Üzerine, Çeviren: Ahmet Cemal, Kaynak: Pasajlar, Yapı Kredi Yayınları)

12 Yorum

Filed under çeviri, bilim