Clement Petitjean
15 Nisan 2014
Paris 10 Üniversitesi’nde emeritus profesör ve filozof Étienne Balibar, ırkçılık ve yeni ifade biçimlerini politik felsefesinde, özellikle de kapitalizm ve liberal toplum eleştirisinde önemli bir tema yapmıştır. ‘Presses Universitaires de France’ tarafından yayınlanan ‘Citoyen Sujet et autres essais d’anthropologie philosophique’ (2010) ve ‘La proposition de l’égaliberté’deki (2011) yazarlardan biridir. Geçtiğimiz Kasım ayı Montreal’den geçerken sorularımızı yanıtlamayı kabul etti.
Relations: Toplumlarımızda insan hakları sorusunun üstün konumu ve ırkçılığın resmi olarak kınanması karşısında insan ırkçılığı geçmiş devirlerin bir kalıntısı zannedebilir. Ama durum böyle değil. Irkçılık ne ölçüde merkeziliğini —hatta yapısallığını— korumakta, özellikle de kapitalist küreselleşme çağında? Başka bir deyişle toplumlarımız hakkında ne söylemekte?
Étienne Balibar: Muhakkak ki toplumumuzun hasta olduğunu söylemekte —ama hangi toplum hasta değildir ki? Kendimizi her türlü idealist imgeden kurtararak, patolojileri olmayan bir toplum hayal etmenin ütopik olduğunu anlayarak başlamanın önemli olduğuna inanıyorum. Tabi ki ütopyaların bir rolü vardır: sömürü, tahakküm ve nefretin dayanılmaz biçimlere müdahale etme yollarını ve alternatifleri hayal etmemizi sağlarlar.
Fakat şimdi ırkçılık sorununa dönelim, çünkü burada mümkün olduğunca tam bir şekilde çözümlemek ve etkisiz hale getirmek istediğimiz şey budur. ‘İnsan haklarının üstün konumu’ diye adlandırdığınız şey muhakkak semptomatik değerde ideolojik bir olgu, ama toplumsal yapıları değiştirmekte yetersiz kalıyor. Bu olguyu kullanarak bugün gelişmekte olan ırkçılık çeşitlemelerini gizlemenin yolları bile var. Paradoksal ‘insansever’ veya ‘filantropik’ söylemler, eşit hak sahibi olması gereken nüfusları veya birey kategorilerini yardım alıcısı koşullarında tutmaya hizmet edebiliyor. Farklar veya yetersizlikler, gerçekte tarihsel koşulların ve tahakküm ilişkilerinin sonucu olmalarına rağmen, özsel özellikler olarak sunuluyor.
Irkçılığın resmi olarak kınanması çok önemli bir tarihsel olgu. Bu olgunun çıkışı, İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda Siyah Amerikalıların büyük Sivil Haklar kampanyaları ve giderek daha karşı konulmaz sömürge karşıtı kurtuluş hareketlerine, ‘kökenler’ veya ‘kalıtım’ üzerine kurulu her türlü zulüm ve ayrımcılığın ortak bir ‘ideolojik biçim’ taşıdığına dair farkındalığın gelişimine denk gelir. O zamanlar bu ideolojik biçimi sahte-bilimsel mitlerle ilişkili görme eğilimi vardı (bkz. UNESCO’nun kuruluş belgeleri ve 1950-51 Irk Üzerine Bildiriler). Irkçılığın bu şekilde temsil edilmesi belli ki Nazizm’in biyolojik ırksal doktrinleri, öjenik ve toplumsal Darwinizm’i kullanması ile kuvvetlenmişti, ki bu söylemler diğer kurumsal ırkçılıklarda da bulunmaktaydı. Ama bugün bu açıklamanın fazla entelektüel olduğunu görebiliyoruz. İşte bu yüzden, UNESCO doktrini ve ona esin veren insan hakları felsefesi ırkçılık karşıtı mücadele için eğitime önemli rol biçmekteki ısrarlarında haklı bile olsalar, bilginin, hatta bilgi kapasitesinin tek başına bu sorunu çözmenin anahtarı olacağını varsaymakta fazla aceleci olmuşlardı. Ayrıca verili bir tarihsel konjonktüre ve belirli bir uygarlık ruhuna fazlasıyla bağlıydılar. Ne yazık ki hiçbir uygarlık ırkçılık üzerinde tekel sahibi değildir. Ve ayrıca, ‘ırk’ sözcüğünün ve kast veya soy gibi ilişkili sözcüklerin kullanım tarihi gösteriyor ki, ırkçılık hem biyolojik ideolojilerin öncesinde gelmiş hem de onlardan sonra varlığını sürdürmüştür. Ben faydalandığım antropolojik kırmızı iplik gereği ‘kalıtımsal şema’nın ayrımcı kullanımlarını ve başkalaşımlarını çalışmaktayım. Bu fikre göre nesilden nesile çocuklar ebeveynlerinin ‘niteliklerini’ —veya karşıt olarak kolektif ‘bozukluklarını’— miras alırlar, fiziksel, ahlaki veya entelektüel olarak… Doğal olarak farklı toplumlar böyle bir fikre farklı bağlamlar verir ve hepsinde eşit derecede şiddetli kullanım tarzları bulunmaz. Anlamı büyük olan güncel bir örnek, bireycilik ve eşit fırsatlara tapan liberal toplumlarımızın göçmen çocuklarını iki veya üç nesil boyunca ‘yabancı kimlik’ içine hapsetmesidir, bu toplumlar nüfusların karışmasıyla ve göçmenlerin katkılarıyla oluşmuş olsalar bile, mesela Kuzey Amerika ve Fransa gibi belirli Avrupa ülkelerinde durum böyledir. Kapitalist küreselleşme, yapısal olarak söylersek, kalıtımsal şemanın ayrımcı kullanımlarını ve ırkçılığın yeni biçimlerle yeniden ortaya çıkmasını pekiştirme eğiliminde midir? Evet, tabi ki, esas olarak da bugün dünyanın her yerinde hakim olan neoliberal biçimiyle. Sonuçta bunun sonucu, mesela Immanuel Wallerstein’ın vurguladığı gibi, işgücünün sömürülebilmesi uğruna küresel olarak hiyerarşileştirilmesinden ibaret değildir; yani farklılaştırılması ve bölünmesi, hatta bazı işçi gruplarının diğerleriyle karşı karşıya getirilmesi: erkekler ve kadınlar, Kuzeyliler ve Güneyliler, farklı kültür ve milliyetlerden işçiler… Bunu aşan bir sonucu da, sistematik olarak bireylerin ‘ilişiklerinin kesilerek’ (Robert Castel’e borçlu olduğum bir ifade) geleneksel dayanışma bağlarından, veya toplumsal mücadeleler yoluyla yeniden kurdukları dayanışmalardan koparılmalarıdır, ki bunun sonu sürgün ve göçebeliğe, yoksullaştırmaya, toplumsal hakların kaybedilmesine ve daha da derin olarak kişinin işine bağlı toplumsal tanınırlığının kaybedilmesine kadar varabilir. Bugün ağırlaşmakta olan bu olgular, kendisini gayet hümanist olarak sunabilen bütün bir bireyci ve faydacı söylem tarafından gerekçelendirilmekte: tepki olarak doğurdukları güçlü topluluk ihtiyacı ise kolaylıkla dışlayıcılaşarak bireylerin bütüncül terk edilme karşısında güvence aradıkları bir kalıtım fikrine kendiliğinden bağlanabilmekte.
Geçmiş zamanların ırkçılığı ile ‘ırk’ sözcüğünü yasaklamış olan ırkçılık arasında bir süreklilik mi yoksa uçurum mu var?
Mutlaka özsel süreklilikler vardır, öncelikle aidiyet hissinde ve topluluk imgesinde köklenen düşünme ve temsil yolları çok yavaş evrimleştiği için; fakat esas olarak —deminki sözlerimin sizi düşündürebileceğinin aksine— ırkçılık basitçe psikolojik bir olgu değildir: her zaman kurumsal bir ırkçılık vardır. Hatta her ırkçılık bir ‘devlet ırkçılığıdır’ diyesim geliyor: ama böyle dersek belki de sopayı fazlaca ters tarafa bükmüş oluruz. Fransa’daki aşırı sağın söylemlerini ve seçmen tabanlarının bir kısmını ayarlamakta kullandıkları ‘ulusal tercih’ ideolojisinin gelişimine baktığım zamanlar böyle düşünmüştüm; ama yine de her ırkçılığın az ya da çok yoğunlukla kurumlara ve onların işleyişlerine bağlı ‘patolojik etkilere’ işlenmiş olduklarını düşünüyorum.
Tarihsel olarak, ırkçılığın —tabi ki birbirlerinden tamamen bağımsız olmayan— üç büyük kurumsal dayanağı vardı —ve devlet bunları ‘bütüncülleştirmeyi’ üstlenerek ‘resmileştirdiği’ zaman korkunç sonuçlara yol açabilir. İlki, Michel Foucault’nun endüstriyel toplumların ‘biyopolitikası’ dediği şey, ‘insan materyali’ni sömürülebilir bir kaynak olarak ele alarak onun seçilmesini, değerlendirilmesini ve neticede elenmesini ifade eder (Bertrand Ogilvie’nin ‘atılabilir insanın üretimi’ dediği şey). İkincisi ise yabancı düşmanlığıdır, yani Wallerstein ile yazdığım ‘Irk, ulus, sınıf. Muğlak Kimlikler’ kitabımda milliyetçiliğin ‘içsel eklentisi’ olarak adlandırdığım şeydir. Burdaki mesele, belirli bir ‘kimliğin’ veya belirli biyolojik, kültürel veya dinsel ‘saflığın’ ulusal birliğin kendi içinde ve iç veya dış düşmanlardan (belki de esasen iç düşmanlardan) korunmasıdır. Son olarak, üçüncü biçim, Dünya yüzeyinde bulunan çeşitli insan gruplarının efendiler ve köleler arasında, veya basitçe ‘uyumsuz’ uygarlıklar arasındaki rekabetler cinsinden temsil edilmesidir. Sömürgecilik tarafından da epeyce geliştirilmiş olan bu temsil, sömürge-sonrası dönemde, yeni küresel kuvvet ilişkileri dünyasında da yeniden üretilmiştir. Buna Aydınlanma geleneğinden çıkmış olan kozmopolitçiliğe karşıt olarak bir çeşit ‘tersine kozmopolitçilik’ diyebiliriz. Çünkü buradan kaynaklanan akış artık karşılıklı tanıma ve aynı insanlığa ait olduğumuza dair bir bilinç değil, bunun yerine yoğunlaşan bir tahammülsüzlük ve kimliklere geri dönülmesidir.
Bu yüzden ırkçılığın bu büyük kurumsal dayanak noktalarının hiçbirinin günümüz dünyasında kaybolmadığını düşünüyorum, tabi nasıl farklılaştıklarını çözümlemek de çok önemli. Kapitalizmin biyopolitikası değişmekte; eşitsizliklerin, nüfus akışlarının, küresel çaptaki egemen güçlerin, hatta bizzat ulusal durumlara bağlı bulunan milliyetçilik eğilimlerinin işlevlerinin değişmekte olması gibi. İşte bu yüzden ‘ırk’ fikrinin yeniden düzenlenmesi, hatta görünmez kılınması mümkündür: örneğin ‘farklılıkçı’ veya ‘kültürelci’ denilen ırkçılıklar gibi, benim bizzat birkaç yıl önce ‘ırkları olmayan ırkçılık’ olarak adlandırdığım şey gibi.
Kolektif olarak ırkçılık ve yabancı düşmanlığına nasıl karşı çıkabiliriz? Irkçılık karşıtı mücadelenin hangi biçimlerine öncelik verilmelidir?
Bu soruyu yanıtlayacak basit bir reçete bulunmuyor. Üç şey var söylemek istediğim. İlk olarak, bu sorunun bütün toplumlarımız için asli önem taşıdığı fikrini pekiştirmek amacıyla, çeşitli biçimleriyle ırkçılığın gelişiminin demokratik yurttaşlığın zindeliği ile ters orantılı olduğunu söylemek isterim. Kurumsal boyutta bunca ısrar etmem bu yüzden. Yurttaşlık otomatik olarak demokratik, eşitlikçi veya eşit özgürlük ile anlamdaş olmaz, Batı geleneği (ve şüphesiz diğerleri de) ortak yarar fikri ile —Jacques Ranciére’in deyimiyle— ‘herhangi bir kişi ve herkes’in kamusal işlere katılması arasında simgesel bir bağ kursa bile bu durum değişmez. Ayrımcılığın yükseliş ve düşüşü arasında sürekli bir salınım bulunur: ‘hepimiz ırkçıyız’ gibi beylik sözleri tekrar etmek pek faydalı olmasa da, bu eğer kolektif bir mücadele olacaksa, kendi benliklerimizin dönüşümleri yoluyla, dolayısıyla başka toplumsal ilişkileri, başka Öteki figürlerini hayal etmeye ve kendimize yeni bir kimlik inşa etmeye dönük çabalarla ilerleyeceğini vurgulamak önemlidir. ‘Kalıtımsal soru’ çok karmaşık da olsa kritik bir sorudur: bir geleneğe, bir kültüre veya bir gruba, dışlayıcı olmayan bir şekilde, başkalarını dışlamayarak ait olmak ne anlama gelir? Kendin olmak ne anlama gelir?
Son söz olarak, ırkçılık karşıtı mücadele sadece hümanist vaazlar yoluyla ilerleyemez, seküler olsun, dinsel olsun: ırkçılığın koşullarını üreten ve kendi yeniden üretiminde ‘bunlardan faydalanan’ yapıları —yani kapitalizmi, milliyetçiliği, emperyalizmi ve bunların son avatarlarını— dönüştürecek politik bir mücadeleye ihtiyacımız var. Bu anlamda, ırkçılık karşıtı mücadele illa ki ‘ırkçılık’ sözünü ağzından düşürmemek anlamına gelmez; bu mücadele, toplumsal refah, hak eşitliği, eğitim eşitliği, ahlaki ve dinsel tahammül için bir mücadeledir.
Öte yandan, bu doğrudan ve dolaylı çabaların, anlamlarını açıklamamıza izin veren bir ufuk içinde işlenmesi lazım. Bunun için tek bir sözcük var: Ben kendi adıma ‘kozmopolitçilik’ fikrine sıkıca tutunmaktayım, çünkü küreselleşme çağında ırkçılık —demin bahsettiğim ifadeyi yeniden kullanırsak— ‘tersine bir kozmopolitçilik’ olarak tarif edilebiliyor. Bu tersine dönüşü tersine çevirmeye çalışmamız lazım, sadece idari önlemler veya kültürel devlet politikalarıyla değil, aşağıdan gelerek, direniş ve dayanışma pratikleriyle, ki bunlar aynı zamanda yerel pratiklerdir, çünkü ‘bütün dünya’ günümüzde her bir mahallede mevcuttur ve belirli bir anlamda evlerimize kadar gelip bizi bulmaktadır. O zaman pratik bir kozmopolitçilikten bahsedebiliriz. Mahallelerimizde ve günlük yaşamlarımızda bulunan, aşağıdan gelen bu kozmopolitçilik, yeniden inşa edilen bir yurttaşlığın tözüne dönüşebilir.
(Revue Relations’da yayınlandı. İngilizcesi: David Broder. Türkçesi: Işık Barış Fidaner)
Geri bildirim: Kapital ve Politika — çeviri derlemesi | YERSİZ ŞEYLER