Önümüzdeki soru şu: [1944 tarihli Laura filminde] Lydecker neden bu yola, yani sadece Jacoby’yi değil, sonradan çifteyle yakın mesafeden yüzünden vuracağı (ya da öyle zannedeceği) Laura’yı da yok etmesine yol açan bu tahribat yoluna sapar? El altındaki ilk yanıt, onun Laura’yla ilişkisinde eksik olan, ama anlaşıldığı kadarıyla Jacoby’nin keyfini çıkardığı türde bir cinsel ilişkinin özlemini çekiyor olmasıdır. Ancak işin aslı bambaşkadır. Gerek Laura’ya gösterdiği tavır, gerekse sık sık Laura’nın diğer taliplerinin kabalığı/dünyeviliği ve bariz fizikselliği hakkında yaptığı küçümseyici yorumlar, cinsel ilişkilerin Lydecker’de sadece tiksinti uyandırdığını açıkça gösterir. Bu tiksinme ifadelerini göründükleri gibi almamız gerekir; zira Lydecker kesinlikle Jacoby’yi kıskanmaz, ona haset eder. Sıradaki soru, elbette: aradaki fark nedir? Crabb’in İngilizce Eşanlamlılar sözlüğü şöyle yanıt verir: “Kıskançlık sahip olduğunu kaybetmekten korkar; haset ise kendisi için istediği bir şeye başka birinin sahip olmasına yanar.”* Betimleme açısından hiç de fena bir ayrım değil bu. “Sahip olunan” ile “istenen“i karşı karşıya getiren bu isabetli tanım, kıskançlığın temelinde belli bir hazza sahip olmanın yattığını, oysa hasedin tam da belli bir hazzın eksikliğinden kaynaklandığını yakalar. Gelgelelim başkasının keyfini çıkarmasına yandığı o hazza sahip olmanın hasetteki eksikliği giderebileceğini sanmak yanlış olur. Sözlük maddesinin devamında belirtildiği gibi, “Haset dolu bir insanı memnun etme girişimleri tümüyle boşa çıkar.” Niye peki? Çünkü istediği şey ile başkasının keyfi olarak algıladığı şey hiç de aynı değildir. Ve haset dolu birisi başkasının sahip olduğu şeyi kendisi için istiyor olmadığı için, o tümüyle yabancı, öteki hazzın elde edilmesi, arzusunu hiç yatıştırmaz.
Lydecker’in algıladığı nesnenin, “perdedeki iki siluet”in klişeliği tesadüf değildir. Ancak bu klişeyi, ona bakan karaktere değil de, filme atfedersek anlamını kaçırırız: Yaptığı keşfin o beylik biçiminin sorumlusu bizzat Lydecker’dir. Bu algının dolaysız veya taze değil de, basmakalıp bir imge dolayımından geçmiş olmasının sebebi, Lydecker’in haset dolu bakışını uyandıranın arzu olmamasıdır. Ama yine de aşağıdan, soğuk ve karanlık bir yerden seyrettiği pencereyi aydınlatan bir pırıltı vardır; imgesel sahneden görünen bir gerçek kıvılcımı gibidir bu — Lydecker’in söz konusu sahnede görünenin eksiksiz, etrafı kapalı bir memnuniyet olduğundan emin olduğunun işareti şüphesiz. Kendisine belli bir mesafede meydana geldiğini gördüğü haz Lydecker için yabancıdır, kendi içine katlıdır. Dolayısıyla —Lydecker için— eksiksiz, mutlak, ama anlaşılmaz olan bu hazza bakan gözün kötücül bir enerjisi vardır; gücenmiş bir gözdür bu.
“Eski yeni hemen hemen tüm dillerde”, hasede eşlik eden o “kem göz” için bir terim bulunduğu belgelenmiştir.** Bu bakışa ayrı bir ad verilmesini haklı çıkaran özelliği, görünürdeki zehirleme veya kirletme niyetidir. Diğer tüm “aç ve pis bakışlar” —öfke, açgözlülük veya kıskançlık bakışı— zarar üstüne odaklanır ve başkasını imrenilen bir nesneden mahrum bırakmaya yoğunlaşırken, hasette kem göz keyfin kendisini çalma peşindedir. Ötekini ona haz veren şeyden mahrum bırakmaya çalışan o diğer hain bakışlar, ötekinin haz kabiliyetine dokunmaz. Haset ise öyle değildir; keyif kabiliyetinin ta kendisini mahvetmekten başka bir şey istemez. “Haset dolu insan, keyif görmekten tiksinir. Huzur bulduğu tek şey, başkalarının sefaletidir.”***
O meşhur hükmünü verirken kem gözlerin farkına varan bilge önder Hz. Süleyman, “sahte anne”nin kim olduğunu böyle açığa çıkarır. Bir tanecik, kıymetli çocuğunu yeni kaybetmiş “sahte anne”, henüz başka bir çocuk istemeyecek kadar matemlidir. O halde Süleyman’a göre, bu annenin istediği şey, kesinlikle gerçek annenin “neşe yumağı” değil (hatta kötü kokan bu kusmuklu yumağın başka biri için neşe kaynağı olabileceğini aklı almıyor olmalıdır), ötekinin annelik tatmininin ortadan kaybolmasıdır. Bundan dolayı, onun için çocuğun ikiye bölünmesi, vermeye razı olduğu bir ödün değil, can attığı bir felakettir.
Hazzın mahrem bir mesele olduğu kabul edilir: “Zevkler ve renkler tartışılmaz” deriz. Fakat başkasının hazzıyla karşılaştığımızda ortaya çıkan anlaşılmazlık kendi başına husumet nedeni değildir. Hasedin doğması için bu duruma, haset dolu kişinin kendi hazzının tadını çıkarmasını önleyen bir engel de eklenmesi gerekir. Elindeki hazzın tadını kaçıran, onu tatsızlaştıran bir haz açığı hissediyor olmalıdır. Böyle olduğunda o açık asla kapatılamaz, bu dünyadaki hiçbir şey onu dolduramaz; böylece haset dolu kişi, başkalarının ahmakça tutkularına kötü gözle bakmaya başlar. Yaslı annede haset doğuran şeyin avutulamaz bir kayıp, yani çocuğunun kaybı olduğunu belirtmiştim. Yeniden Laura‘ya dönersek, filmin tam kalbinde yine feci bir kayıp olduğunu görürüz. Olağan görüşe göre filmde, bir yanda sadece zihinsel olarak keyif alabildiği söylenen Lydecker ile diğer yanda daha bedensel tutkuları olan MacPherson (Jacoby’nin haleflerinden bir tanesi) arasındaki mücadele resmedilmektedir. Fakat film iki pozitif tutku arasındaki bir çatışmadan ibaret olsaydı, ötekinin keyfinin kaynağı olan Laura, patlayan çiftenin hedefinde duruyor olmazdı. Dolayısıyla Lydecker kendisine sadece zihinsel meşgalelerden haz alma izni tanıyor olsa bile, bunun tüm çabalarını boşa çıkaran o kaybı gidermeye yeten bir haz olduğunu hissetmez. Film de, bilhassa final sekansında bu varsayımı doğrular.
…
Joan Copjec 2002 Imagine There’s No Woman; Barış Engin Aksoy 2015 Tut ki Kadın Yok, s.167
* Aktaran Melanie Klein, Envy and Gratitude: The Writings of Melanie Klein, Roger Money-Kyrle (haz.), Londra: Hogarth Press and the Institute of Psycho-Analysis, 1975, s.182
** Peter Shabad, “The Evil Eye of Envy: Parental Possessiveness and the Rivalry for a New Beginning”, Gender and Envy içinde, Nancy Burke (haz.), New York ve Londra: Routledge, 1998, s.255
*** Klein, Envy and Gratitude, s.182