Žižek, Düşlemler Salgını‘nda [The Plague of Fantasies] hayat ile ölüm üzerine güzel bir dörtlü ayrım yapar, şu alıntının son kısmında:
Hareket eden heykellerin, canlanan ölü nesnelerin ve/ya taşlaşmış canlı nesnelerin paradoksu, ancak ölüm dürtüsünün uzamında mümkündür. Ölüm dürtüsü, Lacan’a göre, iki ölüm arasında, simgesel ölüm ile gerçek ölüm arasındaki uzamdır. Bir insanın ‘canlıyken ölü’ olması, ‘ölü’ simgesel düzenin onu sömürgeleştirmesidir; ‘ölüyken canlı’ olmak, simgesel sömürgeleştirmeden kaçan Hayat-Tözü kalıntısına (‘lamel’) beden vermektir. Buradaki konu A ile J arasındaki bölünmedir, bedeni hiçleştiren ‘ölü’ simgesel düzen ile keyfiyetin simgesel-olmayan Hayat-Tözü arasındaki bölünmedir.
Bu iki mefhum Freud ve Lacan’da gündelik ya da standart bilimsel söylemde oldukları gibi değildir: Psikanalizde, bunların ikisi de tam anlamıyla canavarca bir boyutu adlandırır. Hayat ‘lamel’in korkunç çarpıntısıdır, sıradan ölümün ötesinde ısrar eden öznel-olmayan (‘başsız’) ‘namevt’ (undead) dürtünün korkunç çarpıntısıdır; ölüm ise simgesel düzenin kendisidir, bir asalak olarak yaşayan varlığı sömürgeleştiren yapının kendisidir. Lacan’da ölüm dürtüsü bu ikili ayırı/çatlak ile tanımlanır: Hayat ile ölümün basit karşıtlığı değildir, hayatın ‘normal’ hayat ile korkutucu ‘namevt’ hayata bölünmesidir, ve ölümün ‘sıradan’ ölüm ile ‘namevt’ makineye bölünmesidir.
Şimdi gelin Žižek’in terimlerini Postmodern Yabancılaşma Modeli’nin (PYM) terimlerine çevirelim [1].