Jikle Kaan: Farazi Türk Jacques Lacan — Işık Barış Fidaner

jikle

Mademki halkımız Lacan’ı anlamakta zorlanıyor, biz de onlara bir kolaylık yapalım değil mi? Lacan Türk olsaydı nasıl konuşmaya mecbur kalırdı? Türkçenin kısıtlamalarına uydurulmuş farazi bir Jacques Lacan neye benzerdi? Şimdi bu düşünce deneyini hemen uygulayalım. Alıntıdaki cümleler aşağıda tek tek Türkleştirildi:

Ben her zaman hakikati dile getiririm. Hakikatin tamamını değil, çünkü tamamını söylemenin bir yolu yoktur. Tamamını söylemek harfiyen imkansızdır: kelimeler kifayetsizdir. Yine de bu imkansızlık yoluyla hakikat gerçeğe tutunur. (Jacques Lacan, Televizyon) [1]

Bak birader bizde yalan yok bilesin. Ha belki üç beş bişey sallarız arada ama o kadarına da mecburuz be kardeşim. Hep dosdoğru konuşmanın mümkünatı mı var arkadaş? Vatandaşın hangi birine hangi lafı yetiştireceksin? Ama olsun bak seni gözüm tuttu bizi fazla yoracağa benzemiyorsun. (Jikle Kaan)

Türkleşen cümlelerin ne bakımdan yamulduğunu/sırıttığını birazdan ele alacağız ama önce Jikle Kaan ismini açıklayayım: Jikle araç karbüratörlerinde hava basıncını azaltarak motora benzin akışını kolaylaştıran bir mekanizmadır (bkz Şekil 1). Kısma sübabı da denen bu aparata sadece yakıt pompası yoksa ve motor ısınana dek gerek duyulur. İşte aynı şekilde Jikle Kaan da Jacques Lacan’ın akışkan basıncını azaltıyor ki halkımız konuya ısınana kadar beyni yanmadan aradan üç beş bişey kapabilsin. Şimdi gelelim cümlelere:

1) Ben her zaman hakikati dile getiririm. (Bak birader bizde yalan yok bilesin.)

‘Bak birader’ hitabıyla Jikle Kaan dile getireceği hakikati cemaatçi önkoşullara bağlamak zorunda hisseder ama hakikatin koşullanması zaten inkarcılık demektir. Klasik koşullanmanın modeli Pavlov’un zil çalınca ağzı sulanan köpekleridir. Oysa hakikat ancak kendi koşullarının (inkarcılığının) farkına vararak (yanılgıdan) ortaya çıkabilir. Köpeğin aksine insan kendi ağız dürtüsünü biraz olsun yönlendirebilir. Bu eyleme konuşmak diyoruz.

2) Hakikatin tamamını değil, çünkü tamamını söylemenin bir yolu yoktur. (Ha belki üç beş bişey sallarız arada ama o kadarına da mecburuz be kardeşim.)

Konuşan insan ağız dürtüsüne ancak kısmen hakim olabilir, itirafvari dil sürçmeleri de bu kısıtlamanın delilidir. Bu cümlesinde mealen “Her yol Roma’ya çıkmayabilir” diyen Jacques Lacan’ın aksine Jikle Kaan ‘kardeşlik’ üzerine kurulu bir ‘sallama mecburiyeti’nden söz eder. Adeta şöyle diyordur: “Sonuçta ağzım torba değil ya büzecek haliniz yok!” Son ağız büzücü olan ‘siz’ ile ‘ben’ sıfatıyla yüzleşmekten kaygılanan Kaan onun yerine ‘sen’in gıyabında ‘biz’im adımıza endişelenmeyi çok daha yeğ tutar. Birader-kardeş gibi hitaplarla etrafına kalabalık toplama çabaları da hep bu bizleşme refleksinden gelir.

3) Tamamını söylemek harfiyen imkansızdır. (Hep dosdoğru konuşmanın mümkünatı mı var arkadaş?)

‘Harfiyen imkansız’ Lacancı gerçek demektir. Jikle Kaan ise tamamlığın bocaladığı yerde ancak bir yetmezlik, eksiklik, kusur görebilir. Kendisinde açık ettiği kusurdan vurulup duvara mıhlanma tehlikesine karşı muhatabını ‘arkadaşlık’ zeminine çekmelidir ki ‘kusuruna bakılmasın’. Türkler bittabi hep dosdoğru konuşamaz ama öyle yapabilirmiş gibi davranmaktan da kendilerini alamazlar, çünkü “aa sahiden!” diyebilmek fiilen yasaklanmıştır. Herhangi bir konuda “anladım” diyen kişi o konuda bir kusurunu kabullenmiş sayılacaktır (eh ne yapalım, geçmiş olsun, ‘şifa dileriz’ kendisine).

4) Kelimeler kifayetsizdir. (Vatandaşın hangi birine hangi lafı yetiştireceksin?)

Kelimelerin kifayetsizliği ‘harfiyen imkansızlığın’ öbür yüzüdür ve Lacancı gerçeğin simgesel tarafıdır. Jikle Kaan ise kelimeler yerine bizzat kendisinin kifayetsiz olduğunda karar kıldığı için kelimelerden bahis açıldığı zaman özel alanda tutunduğu ‘arkadaşlıklara’ yaslanarak kamusal alanda karşılaştığı ‘vatandaşlara’ yönelik ‘kusura baktırmama’ taktikleri kurgulamaya çabalar. Laf atışmaları, laf sokmalar, laf anlatmalar hep ‘arkadaşlık’ (networking/ağlaşma) koşulları altında birbirinin ‘kusuruna baktırmama’ mücadeleleridir. Arz-rica dengesiyle kurulan resmi bağlar da bu açıdan tingirdek kalır ve bir lafla bozuluverir [2].

5) Yine de bu imkansızlık yoluyla hakikat gerçeğe tutunur. (Ama olsun bak seni gözüm tuttu bizi fazla yoracağa benzemiyorsun.)

Eh bu şartlarda da Jikle Kaan fazla yorulmamak için ‘arkadaş/vatandaş’ denklemini iyi kurmalıdır. Arkadaşlar kendi aralarında ‘kusurlara bakmamak’ için önplanda sınırsızca salağa yatabilmelidir. Bu iş için arkaplandaki ‘vatandaşlar’ da bön kalabalık statüsünde tutulmalıdır, işte “seni gözüm tuttu” (gözüme batmadın) bu demektir. İlgi devresini bön kalabalığa takan Jikle Kaan yorulmaz çünkü böylece rahat rahat salağa yatabilecektir; artık paçaları da sıvaması gerekmez çünkü ‘kusura bakılmaz’ deresine çoktan beline kadar batmıştır [3].

(sonrası: Cakalı Kağan: Varsayalım tiyatrocu olsun Jacques Lacan)

Işık Barış Fidaner doktoralı (Boğaziçi Üniversitesi) bir bilgisayar bilimcidir. Yersiz Şeyler‘in Admini, Žižekian Analysis’in Editörü, Görce Yazıları‘nın Küratörüdür. Twitter: @BarisFidaner

Notlar:

[1] “I always speak the truth. Not the whole truth, because there’s no way, to say it all. Saying it all is literally impossible: words fail. Yet it’s through this very impossibility that the truth holds onto the real.” “Je dis toujours la vérité, pas toute, parce que toute la dire, on n’y arrive pas. La dire toute, c’est impossible matériellement: ce sont les mots qui y manquent. C’est même par cet impossible que la vérité touche au réel.” (metin)

[2] Bkz “Arz-Rica Dengesi ve Noktalama Kuralı”

[3] Bkz “İki Tip Ahmak (Budala, Bön) ve Aptal/Abdal” Slavoj Žižek, “Anlatılamayan Şey Sahnelenir: Kelimeler Tamamen Kifayetsiz Değildir”, Yanlı Şanlama (özel sayı), “Planlarımız Kaan İçin” XTC

İmge kaynağı.

7 Yorum

Filed under şey