Simgesel ve (Kuantum) Gerçekte Sırabağımlılık — Slavoj Žižek

İngilizce metin ChatGPT ile Türkçeye evirildi.

Kuantum mekaniğini bunca cazip kılan şey, mütevazı görünen bir deneyin bile, yakından incelendiğinde, köklü felsefi sonuçlar doğurabilmesidir. Carlo Rovelli için Anton Zeilinger’in yaptığı böylesi bir deneyle başlayalım. Az sayıda fotondan oluşan zayıf bir lazer ışını ikiye bölünerek iki ayrı yol oluşturur – biri, diyelim ki, ‘sağ’ tarafta, diğeriyse ‘sol’ tarafta. (Rovelli’nin bahsettiği deneyin Zeilinger’in 2022’de iki diğer bilim insanıyla birlikte Nobel ödülü aldığı deney olmadığını belirtmekte fayda var: Diğer deney, iki dolanık parçacık arasında anlık (ışıktan hızlı) iletişimi göstermek için yapılmıştı ve Rovelli bu deneyin yorumuna katılmıyor – ona göre ışıktan hızlı iletişim söz konusu değil.) İki yol tekrar birleşip yeniden ayrılır ve iki detektörde sona erer: biri, diyelim ki, ‘yukarıda’, diğeriyse ‘aşağıda’:

“Gördüğüm şey şu: Elimle iki yoldan birini (sol veya sağ) engellersem, fotonların yarısı aşağı detektöre, yarısı ise yukarıya ulaşıyor. Ama her iki yol da açık kalırsa, yani hiçbir engel yoksa, fotonların tamamı alt detektöre ulaşıyor: Üst detektörde hiçbir foton yok. /…/ Burada çok tuhaf bir şey oluyor. Bir yol serbest olduğunda fotonların yarısı yukarı detektöre varıyorsa, her iki yol serbest olduğunda da fotonların yarısının yukarıya varmasını beklemek mantıklı olur. Ama durum böyle değil. Gerçekte hiçbir foton yukarı gitmiyor. Nasıl oluyor da elimle bir yolu kapatarak, diğer yoldaki fotonların yukarı detektöre gitmesine sebep olabiliyorum?” (45) [1]

Durumun tuhaflığı odur ki “görünüşe göre sadece gözlem yapmanız bile olup biteni değiştirmeye yetiyor! Saçmalığa dikkat edin: Fotonun nereden geçtiğine bakmazsam, her zaman aşağıya ulaşır. Ama nereden geçtiğine bakarsam, yukarıya da ulaşabilir. Şaşırtıcı olan şu ki, bir foton ben onu görmemiş olsam bile yukarıya ulaşabilir. Yani, foton, kapının diğer tarafında –geçmediği tarafında– onu beklemem nedeniyle güzergahını değiştiriyor. Ben onu görmemiş olsam bile!” (47)

Durumu garip kılan şey (tam bir simetriyle olmasa da) kuantum mekaniğinin bilindik kavrayışını tersine çeviriyor olmasıdır. Bu kavrayışa göre, bir süreç gözlenmediğinde üstdüşümde (superposition) kalır, gözlem ise bu çokluğu azaltır ve onu, sıradan gerçekliğimizin bir parçası olan tek bir versiyona “çöktürür.” Burada ise, sürecin ilk kısmı engelsizse, ikinci kısım tüm parçacıkların tek bir çıkışa ulaşmasıyla sonuçlanır ve eğer ilk kısım engellenirse, ikinci kısım parçacıkların iki çıkış arasında eşit olarak dağıldığı bir sonuca varır. Bu sadece gözlemin gözlenen nesneyi etkilemesi meselesi değil; gizem, iki çıkıştan sadece birini (HİÇBİRŞEYİN geçmediği çıkışı) gözlemenin, tüm parçacıkların diğer çıkıştan geçtiğini bize söylemesindedir. Ve bir başka gizem daha var: Parçacıklar, bir çıkışın gözlendiğini nasıl anladılar ve o çıkıştan nasıl kaçındılar?

Rovelli’ye göre, bu duruma verilen yanıt sırabağımlılık kavramıyla açıklanır. Kuantum dünyasında, konumu hızla çarpmak, hızı konumla çarpmaktan farklıdır: Sıra önemlidir. Neden? Belirsizlik ilkesi nedeniyle. “Belirsizlik ilkesi, bir parçacığın konumunu çok hassas bir şekilde ölçüp, ardından hızını da çok hassas bir şekilde ölçemeyeceğimiz anlamına gelmez. Yapabiliriz. Ama ikinci ölçümden sonra, konum artık aynı kalmaz: Hızı ölçmek, konum hakkındaki bilgiyi kaybettirir, bu yüzden tekrar ölçersek, değişmiş olduğunu görürüz.” (93) “Bu bize sıranın önemini kesin olarak anlatır: ‘Önce X sonra P’ ile ‘Önce P sonra X’ farklıdır. Ne kadar farklı? Planck sabitine bağlı: kuantum fenomenlerinin ölçeğine bağlı.” (94) X ve P böylece sırabağımlı değişkenler olur: “‘Sırabağımlı’ demek, sıralarının serbestçe değiştirilemeyeceği anlamına gelir.” (94)

Bu bizi, “sağdan veya soldan geçebilir ve yukarıya veya aşağıya ulaşabilir” olan Zeilinger’in fotonlarına geri getirir. Davranışları, sağ veya sol değerlerini alabilen bir X değişkeni ve yukarı veya aşağı değerlerini alabilen bir P değişkeni ile açıklanabilir. Bu iki değişken, bir parçacığın konumu ve hızı gibidir: sıraya bağlıdırlar. Bu nedenle birlikte belirlenemezler. İşte bu yüzden, birinci değişkeni (‘sağ’ veya ‘sol’) belirlemek için yollardan birini kapatırsak, ikinci değişken belirsiz olur: fotonlar rastgele ‘yukarı’ veya ‘aşağı’ gider. Tersine, ikinci değişkenin belirlenmesi için, fotonların tamamının ‘aşağı’ gitmesi için, birinci değişkenin belirlenmemesi gerekir; yani fotonların hem ‘sağ’ hem de ‘sol’ yollardan geçmesi gerekir. Tüm fenomen, bu iki değişkenin ‘sıraya bağlı’ (sırabağımlı) olduğunu ve bu nedenle birlikte belirlenemeyeceğini söyleyen denklemden kaynaklanır.” (95)

Ama burada gerçekten iki özelliğin (bir parçacığın konumu ve hızı gibi) aynı anda ölçülememesi durumu ile mi karşı karşıyayız? Bir fotonun iki özelliğini (sol/sağ ve yukarı/aşağı) ardışık olarak ölçme durumuyla karşı karşıya değil miyiz? Bu yüzden, ilk kısmın belirsizliğinin (hiçbir yol kapatılmamış) ikinci kısmın belirlenmesine (tüm fotonların aşağı gitmesine) nasıl yol açtığı hala izaha muhtaçtır. İlk kısımdaki daha az düzenin, ikinci kısımda daha fazla düzen oluşturduğu söylenemez mi? Zamansal yönün kilit rol oynadığı anlaşılır: sırabağımlılık, işlemlerin (bu durumda ölçümlerin) yapıldığı zamansal sıranın önemli olduğunu, sonucun değiştiğini ifade eder.

Ve –işte sürpriz burada– Freud ve Lacan’ın psikanalitik süreç tariflerinde benzer bir sırabağımlılık ile karşılaşıyoruz. Freud’un 1914 tarihli kısa metninin başlığı olan “Hatırlama, Tekrar Etme ve Üstesinden Gelme”, psikanalitik süreçte sırabağımlılığın nasıl işlediğine dair en iyi formülü sağlar. Freud’un bahsettiği üç kavram diyalektik bir üçlü oluşturur: bunlar, analitik sürecin üç aşamasını belirler ve her aşamadan diğerine geçişte direnç devreye girer.

İlk adım, bastırılmış geçmiş travmatik olayların hatırlanması, onları ortaya çıkarmaktır, bu da hipnozla yapılabilir. Bu aşama hemen bir çıkmaza girer: Ortaya çıkarılan içerik, uygun simgesel bağlamdan yoksundur ve bu nedenle etkisiz kalır; özneyi dönüştüremez ve direnç aktif kalır, ortaya çıkan içeriğin miktarını sınırlar. Bu yaklaşımın sorunu, geçmişe odaklanmaya devam etmesi ve bu geçmişi –simgesel anlamda– canlı tutan öznenin şimdiki durumunu gözardı etmesidir.

Direnç, aktarım şeklinde kendini gösterir: Özne iyi hatırlayamadığı şeyi tekrarlar, geçmiş durumu şimdiki duruma aktarır (örneğin, analisti babasıymış gibi görür). Özne iyi hatırlayamadığı şeyi eyleme döker, yeniden canlandırır – ve analist bunu işaret ettiğinde, bu müdahale dirençle karşılanır.

Üstesinden gelme, direncin üstesinden gelme, onu bir engel olmaktan çıkarıp analizin kendi aracı haline getirme sürecidir ve bu dönüşüm, tam Hegelci bir anlamda, öz-düşünümlüdür: direnç, nesne ve özne arasında, geçmiş ve şimdi arasında bir bağdır, geçmişe saplanıp kalmamızın öznenin libidinal ekonomisindeki şimdiki çıkmazın bir etkisi olduğunun kanıtıdır. Bu yüzden alınacak ders, yalnızca hatırlamanın yeterli olmadığıdır: analizin ilerlemesi için tekrarlama (aktarım kapsamında) arkaplanda kalmalıdır – bu nedenle hatırlama, ancak tekrarlamanın ARDINDAN geldiğinde işe yarar.

Seminer 11’de Lacan hatırlamanın “analiz dışı diğer yollarla daha eksiksiz bir şekilde elde edilebilse de tedavi açısından etkisiz kaldığını” belirtir, “Burada hatırlama yönüyle tekrarlama yönünün kapsamlarını ayırt etmeliyiz. Birinden diğerine zaman yönelimi veya tersinirlik işlemez. Sıraya bağlıdırlar – tekrarlayan dirençlerle başa çıkmak için hatırlamayla başlamak, hatırlamayla başa çıkmak için tekrarlamayla başlamakla aynı şey değildir. / Demek ki burada zaman fonksiyonu mantıksal bir düzene aittir ve gerçeğin imletici biçimlenişiyle bağlantılıdır. Sırabağımlılık aslında yalnızca imleyen kaydına ait bir kategoridir.” [2]

Olgusal hakikatin (veya bu örnekte, fiziksel bir olgu değil de hastanın belirtilerini açıklayan bir yorumun) önemini tam anlamıyla kabul eden bir psikanalist, bunu hastasına doğru zamanda söylemek zorundadır. Analitik deneyimine dayanarak, bu ifadesinin hastanın öznel yapısını derinden etkileyeceğinden, onu kendi öznelliği ve arzuları hakkında bastırdığı bazı hakikatleri kabul etmeye iteceğinden emin olduğu anda bunu yapmalıdır. Eğer psikanalist, bu hakikati hastasına çok erken söylerse, hasta bunu önemsiz sayarak reddeder. Bir hakikatin, söylendiği kişileri etkilemesi için, ne zaman söylendiği çok önemlidir – ve aynı durum elbette politik beyanlar için de geçerlidir. Jean-Paul Sartre bu paradoksu mükemmel bir şekilde formüle etmişti: “Yetkililer hakikati söylemeyi faydalı bulduğunda, bu, daha iyi bir yalan bulamadıkları içindir. Bir hakikat, resmi ağızlardan geldiği anda, olgularla pekişen bir yalana dönüşür.”[3] Eğer olgusal hakikat, tekrarlama ve aktarımın dışında söylenirse (ki bunlar öznenin söylenen şeyle tam angajmanını sağlar), hakikat kisvesi altında yalan işlevi görür.

Jean-Pierre Dupuy, sosyal süreçlerle ilgili olarak, dalga fonksiyonunun çökmesiyle ortadan kaybolan üstdüşümlere kabaca paralel olan karşıolgusal durumları ele alırken benzer bir içgörü formüle etmiştir. Dupuy, karşıolgusal ve bildirici olmak üzere iki tür koşullu önerme arasındaki ayrımı tekrar tekrar ele alır: “Shakespeare Hamlet’i yazmadıysa, bir başkası yazmıştır” bildirici bir önermedir, oysa “Eğer Shakespeare Hamlet’i yazmasaydı, bir başkası onu yazardı” karşıolgusal bir önermedir. İlki, Hamlet‘in mevcut olduğu, yazıldığı ve birinin onu yazmış olması gerektiğinden yola çıktığı için açıkça sahidir. İkincisi ise daha sorunludur çünkü Hamlet gibi bir oyuna doğru iten daha derin bir tarihsel eğilim/zorunluluk olduğu varsayımına dayanır; öyle ki, Shakespeare onu yazmamış olsaydı bile, başka bir yazar bunu yapardı.[4] Bu durumda, tarihsel belirlenimci/determinist bir bakış açısı ile karşı karşıyayız, bu da, Georgi Plekhanov’un dünya tarihinde bireylerin rolü üzerine klasik metninde Napolyon hakkında söylediği şeye benzer: Cumhuriyet’ten İmparatorluk’a geçişin daha derin bir tarihsel zorunluluğu vardı, dolayısıyla bazı tesadüfi nedenlerden dolayı Napolyon İmparator olmasaydı, başka bir birey onun rolünü üstlenirdi.

Stalinizm’e bakışımızda da tam olarak aynı ayrım geçerli değil mi? Birçok kişiye göre Stalinizm’in yükselişi kaçınılmazdı, bu yüzden Stalin olmasaydı ya da erken ölseydi dahi, başka bir lider onun rolünü üstlenirdi, belki de büyük muhalifi Troçki bile. Troçkistlere göre, ama aynı zamanda Stephen Kotkin gibi bazılarına göre, Stalin’in kişisel varlığının rolü çok önemliydi: Stalin olmadan Stalinizm olmazdı, yani Stalin 1920’lerin başında ya da ortasında tarih sahnesinden çekilseydi, zorla kolektifleştirme ve “tek ülkede sosyalizm inşası” uygulamaları gerçekleşmezdi.

O zaman Stalinizm’in yükselişi basit bir kaza mı, Ekim Devrimi’nin zaferinden sonra durumun içinde gizli kalan tarihsel ihtimallerden birinin gerçelleşmesi mi, yoksa daha karmaşık bir mantık mı söz konusu? Dupuy burada, tesadüfi bir eylemi bir zorunluluğun ifadesine dönüştüren daha karmaşık bir mantık önerir: “zorunluluk geriye dönüktür: ben eylemeden önce, bu eylemin zorunlu olup olmadığı belli değildi; ama ben bir kez eyledikten sonra, başka türlü hareket edemezdim önermesi her zaman sahi olmuş olacaktır.” [5] Stalin ölebilirdi veya görevden alınabilirdi, ama bir kez kazandıktan sonra, zaferi geriye dönük olarak gerekli hale geldi. Jül Sezar’ın Rubikon’u geçmesinde de aynı durum söz konusu: başka türlü hareket edebilirdi, ama bir kez geçtikten itibaren, Rubikon’u geçmek onun kaderi oldu, geriye dönük olarak bunu yapmaya (öteden beri) yazgılı hale geldi. Zorunluluk ve tesadüf arasındaki bu esaslı diyalektik ilişki, Plekhanov’un belirlenimciliğinden/determinizminden kökten farklıdır: mesele, Sezar’ın Cumhuriyet’ten İmparatorluk’a giden kaderi belirlemedeki bu önemli ilk adımı atmaması durumunda, bu tarihsel zorunluluğun taşıyıcısı olacak başka bir kişinin ortaya çıkması değildir. Daha ziyade, Sezar, geriye dönük olarak gerekli hale gelen tesadüfi bir seçim yapmıştır.

Yani, elbette, geçmişi nedensel olarak değiştiremeyiz, olgular düzeyinde; fiilen gerçekleşmiş olanı geriye dönük olarak geri alamayız, ama bunu karşıolgusal olarak değiştirebiliriz. Hitchcock’un Vertigo filminde, geçmiş de bu şekilde değiştirilir. Scottie’nin ilk deneyimlediği şey, kaderi olan aşkı Madeleine’i kaybetmektir; Madeleine’i Judy’de yeniden yarattığında ve sonra Madeleine olarak bildiği kişinin aslında Madeleine rolünü oynayan Judy olduğunu anladığında, keşfettiği şey sadece Judy’nin sahte olması değildir (zaten onun gerçek Madeleine olmadığını biliyordu, çünkü onun içinden bir Madeleine kopyası yaratmıştı), ama Judy sahte olmadığı için –o Madeleine’dir– Madeleine’in kendisinin de baştan beri sahte olduğudur. Bu keşif, geçmişi değiştirir: Kaybettiği şeyin (Madeleine’in) hiç var olmadığını keşfeder.

Lacan, Seminer 1’de, semptomların anlamının geçmişten değil, gelecekten geldiğini iddia eder: analitik çalışma ilerledikçe, yorum daha sonraki bir zamanda başarılır ve tüm davranış bambaşka bir ışıkta açığa çıkar ve anlamı netleşir: “bilinçdışı idealde erişilemese de simgeselde gerçekleşir; daha doğrusu, ‘analizde meydana gelen simgesel ilerleme sayesinde, olmuş olacak olan şeydir.’ Gelecekte bir noktada, onun geçmiş yapılandırması belirlenecektir; her zaman ‘futur antérieur / future perfect’ içinde yakalanır. Semptomun anlamı da aynı şekilde gerçekleştirilecektir (çevirmenin bize telkin ettiği gibi “keşfedilecek” değildir). Anlam başlangıçta mevcut değildir, analitik süreçte inşa edilir.” [6] Bu aynı zamanda Lacan için bilinçdışının statüsünün ontolojik değil (psişik hayatımızın derin bir maddesi değil) etik olduğunu gösterir: bilinçdışının gerçekleştirilmesi, analitik sürecin etik vazifesidir. Ve bu semptom kavrayışını simgeseli idealleştiren erken Lacan’la sınırlama ayartısına kapılmadan önce, son metinlerinden birinde de “semptomun anlamının gerçeğin geleceğine bağlı” olduğunu söylediğini hatırlamalıyız.[7] Burada, geçmişin gelecekteki olaylar tarafından geriye dönük olarak belirlenmesini tarif etmiyor mu?

Peki Lacan, “gerçeğin geleceği”nden hangi anlamda bahseder? Lacan’a göre, gerçek bir yorum herhangi bir simgesel suret değildir, suret olmayan bir söylemdir (Lacan’ın geç dönem seminerlerinden birinin başlığı): gerçekte etkiler gösterir, hastanın öznelliğinin gerçeğini dönüştürür. Yorum, bilinçdışı gerçeğin farklı bir simgeleşmesinden ibaret değildir; öznel yapısının gerçek çekirdek koordinatlarını değiştirir, – tabi analitik sürecin doğru anında formüle edilirse. Burada zaman yeniden devreye girer: bir yorum ancak doğru zamanda formüle edilirse gerçekte etkiler gösterir; aksi takdirde, simgesel bir boş laf olmakla kalır, gerçeği etkilemeden bırakır ve dolayısıyla, hasta genellikle bunu kolayca kabul eder. Bir yorumun doğrudan kabul edilmesi, onun gerçekte hiçbir etkisi olmadığının, hastanın özüne dokunmadığının bir kanıtıdır.

Özellikle bugün, Siyaseten Doğrucu (Politically Correct) dönemimizde, bir baştan çıkarma süreci her zaman “bir hamle yapma” riskli hamlesini içerir. Bu potansiyel olarak tehlikeli anda, kendinizi açığa çıkarırsınız, başka bir kişinin mahrem alanına girersiniz. Tehlike, eğer hamlem reddedilirse, bunun Siyaseten Yanlış bir taciz eylemi olarak görüleceği gerçeğinde yatar; bu yüzden aşmam gereken bir engel vardır. Ancak burada ince bir asimetri devreye girer: Eğer hamlem kabul edilirse, bir engeli başarıyla aştığım anlamına gelmez. Daha ziyade, geriye dönük olarak, aşılması gereken bir engelin hiç olmadığını öğrenirim.[8] Aynı asimetrik tercih paradoksunu Yuhanna İncili’ne göre İsa’nın, yargılamak için değil, kurtarmak için geldiğini söylediğinde bulmaz mıyız: “Başkasını yargılamayın, yoksa siz de yargılanırsınız.” Metin şöyle devam eder: “Kim ona inanırsa yargılanmaz [ou krinetai], ama kim ona inanmazsa zaten yargılanmıştır [kekritai], çünkü Tanrı’nın biricik Oğlu’nun adına inanmadı. Ve yargı budur: Işık dünyaya geldi ve insanlar işlerinin kötücül olmasından dolayı Işık’ı değil, Karanlık’ı sevdiler.” (Yuhanna 3:18-19 ESV)

Burada zaman çok önemlidir: yargılandığınız bir an yoktur; ya yargılanmazsınız ya da zaten yargılanmışsınızdır. Masum bulan yargılama dışlanır, tıpkı Dupuy’un baştan çıkarma örneğinde olduğu gibi: ya başarısız olursunuz ve engel yürürlükte kalır (rahatsız edici bir davetsiz misafir olarak reddedilirsiniz) ya da o engel zaten hiç yoktur. Bu nedenle, engeli başarıyla aşmak dışlanır, zoru başarmak dışlanır. Ve, tesadüfen, tam olarak aynı asimetri Hegelci diyalektik süreçte de geçerlidir: özne ya aşılmaz bir engelle karşılaşır ya da hiçbir engelin olmadığını, ona engel olarak görünen şeyin aslında onun başarısının koşulu olduğunu fark eder.

Ancak, bu durumun karanlık bir yüzü de var. 2 Eylül 1998’de, JFK’den Cenevre’ye giden Swissair 111 sefer sayılı uçuş, Halifax’ın güneybatısında Atlantik Okyanusu’na çakıldı ve gemideki 229 kişinin tamamı hayatını kaybetti. Soruşturma dört yıldan fazla sürdü ve uçakta kullanılan yanıcı malzemenin mürettebatın kontrolü dışında yangına sebebiyet vererek uçağın düşmesine neden olduğunu ortaya çıkardı. Pilotların ve yer kontrolünün bir dizi yanlış hareketini ortaya koyduktan sonra, National Geographic Hava Kazası Soruşturması serisindeki bir rapor, şu soruyu gündeme getirdi: Pilotlar tüm hatalardan kaçınmış olsaydı ne olurdu? Üzücü cevap şu: Uçuş başından itibaren düşüşe mahkumdu; doğru hamleler hiçbir fark yaratmazdı. Yani, “Pilotlar farklı hareket etmiş olsaydı, trajedi önlenmiş olurdu” gibi bir durum söz konusu değil; karşıolgusal geçmiş ihtimal geriye dönük olarak iptal edilir. Geçmiş, karşıolgusal olarak işte böyle değiştirilebilir: Uçuşun başından itibaren düşüşe mahkum olduğunu öğrendiğimizde, (geçmişteki) olgular düzeyinde hiçbirşey değişmez. Değişen sadece karşıolgusal ihtimallerdir.

Bugünün siyasetinden iyi bilinen başka bir örneği ele alalım: Ukrayna’nın tüm işgal altındaki topraklarını geri kazanma hedefine son verip, Rusya ile barış görüşmelerine başlaması için baskı artıyor. Bugün, Ukrayna savaşının daha “dengeli” (yani, Rusya yanlısı) bir görüşünü savunduğunu iddia eden birçok “solcu”, Ukrayna’ya yönelik devam eden NATO askeri desteğinin, askeri-endüstriyel kompleksin kârlarını artırdığı için ana sebep olduğunu tekrar tekrar vurguluyor… Bu iddiada bir gerçeklik unsuru var: Evet, NATO desteği olmasaydı barış kısa sürede sağlanırdı çünkü Ukrayna teslim olmaya mecbur kalırdı! Bu yüzden, 9 Mart 2024’te Papa Francis’in bir röportajda söylediği ve birçok barış yanlısı tarafından büyük bir hikmet olarak kutlanan şu sözleri de reddetmeliyiz: Ona göre Ukrayna, “beyaz bayrak” cesaretiyle savaşı sona erdirmek için Rusya ile müzakere etmelidir. Ancak bir beyaz bayrak, müzakere çağrısı değildir; teslimiyeti işaret eder. Ve eğer Ukrayna düşerse, bu Rusya’ya başka ülkeleri fethetme teşvikini verecektir. Ukrayna, uzun vadeli barış perspektifini sürdürülebilir kılmak için kendini savunmalı ve ayakta kalmalıdır… Bu nedenle şu anda yapılacak en iğrenç şey, eski motif olan “yıllardır size Ukrayna’nın kazanamayacağını söylüyorduk…” ifadesini ‘ben demiştim’ edasıyla yinelemektir – bu açıkça doğrudur, ancak sonucun ne olacağına bakılmaksızın, Ukrayna, Rusya’ya karşı bu kadar uzun süre direnmeyi başarmakla beklenmedik bir mucize gerçekleştirdi.

Ukrayna savaşının sadece Rusya ve NATO arasındaki bir çatışma anı olduğu ve binlerce Ukraynalının NATO çıkarları uğruna Rusya’yı zayıflatmak için feda edildiği düşüncesi de aptalcadır. Ukraynalılar barışı yaşayabilecekleri bir durumda bu rolü oynayacak kadar aptal mı? Ne barışı? Onları bir ulus olarak yok edecek olan Rus işgali mi… Bu yüzden, “ya müzakereli barış ya da savaş” şeklindeki alternatif yalancı bir ikilemdir: Ukrayna, Rus işgaline gerçek bir engel oluşturacak kadar güçlü kalırsa, müzakere edebilecek bir konuma sahip olacaktır. Burada, silahlı direniş ile barış müzakereleri arasındaki ilişkinin sırabağımlı olduğunu yeniden görüyoruz: Ciddi barış müzakereleri, ancak saldırıya uğrayan taraf (Ukrayna) silahlı direnişi sürdürüp gücünü ve savaşma isteğini gösterdiğinde mümkündür. Tersine, doğrudan barış müzakerelerine gidersek, teslimiyet anlamına gelir…

Gelin bu örnekleri teolojiden en yüksek örnekle bitirelim: Günah ve Düşüş. Bu örnek de sırabağımlı mıdır? Hegel’in makul düşünüşü kötücül saymasını hatırlayın: “Soyut anlamda kötücül olmak kendimi evrenselden (makuliyetten, yasalardan, ruhun belirlemelerinden) kopararak bireyleşmek anlamına gelir. Ancak bu ayrılmayla birlikte, kendisi-için-olmak ve evrensel maneviyat yasaları –olması gereken şeyler– ilk defa ortaya çıkar. Dolayısıyla, makul düşüncenin kötücül ile dışsal bir ilişkisi yoktur: bizzat kendisi kötücüldür.”[9]

Yılan, bilgi ağacının meyvesini yiyerek Adem ve Havva’nın Tanrı gibi olacaklarını söyler; ve ikisi bunu yaptıktan sonra, Tanrı şöyle der: “İşte, Adem bizim gibi biri oldu” (Tekvin 3:22). Hegel’in yorumu: “Demek ki yılan yalan söylemedi, çünkü Tanrı onun söylediklerini doğruluyor.” Ardından Hegel, Tanrı’nın söylediklerinin ironiyle ifade edildiği iddiasını reddeder: “Bilgi, ruhsallığın ilkesidir, ayrılığın yarasını iyileştiren ilkedir. Bilgi ilkesinde, ‘ilahi’ olan ilke de bulunur.”[10] Öznel özgürlük, sadece iyicil/kötücül arasında seçim yapma ihtimali değildir, “insanları kötücül yapan, düşünce veya bilgidir, bu yüzden düşünce ve bilgi kendisi kötücül olan şeydir ve bu nedenle böyle bir bilginin var olmaması gerekir çünkü bu kötülüğün kaynağıdır.”[11]

İyilik, sadece bu öncül/kurucu kötülük seçiminden geçtikten sonra bir ihtimal ve vazife olarak ortaya çıkar: Kötülüğü seçtikten sonra, durumumuzun tam anlamıyla yetersizliğini fark ettiğimizde iyiliği deneyimleriz. Yasanın tuhaflığı böylece Hristiyanlıkta zirveye ulaşır; burada biz insanlar, baştan düşmüş, günah içinde yaşamaya mahkum olarak varsayılırız, öyle ki yasanın hükmü tamamen yasayı ihlal etme şekillerimizle başa çıkma kurallarından ibarettir: itiraflar ve diğer ritüelleşmiş pişmanlık şekilleri aracılığıyla. Bu yüzden, birçok zeki teologun bildiği gibi, Düşüş, mutlu bir kusurdur (felix culpa: felek kulpu), talihli düşüştür, nimettir – ya da Aziz Augustine’in dediği gibi: “Tanrı, hiçbir kötülüğe müsaade etmemektense, kötülükten iyilik çıkarmayı tercih etti.” Bu düşünceye bir adım daha eklemeliyiz: iyiliği kötülükten çıkarmak için, iyiliğin kendisi –Tanrı– kötülüğü kendi içinden çıkarmalıdır. Bu yüzden, dünyada kötülük olmasının standart Hristiyan (daha doğrusu Katolik) açıklamasını tersine çevirmeliyiz: Tanrı bize özgürlük verdi ve özgürlük kötülüğü seçebilmeyi de içerir… Ama işler bunun tersine değil mi? Tanrı özgürlüğümüzü keşfedebilelim diye bizi (sadece kötülüğün cazibesine maruz bırakmakla kalmayıp) kötülüğe doğru itmiştir. Kötülük olmadan özgürlük olamaz çünkü Hegel’in çok iyi bildiği gibi, iyilik ve kötülük arasında seçim yapabilmek için zaten kötücül olmak gerekir.

Sonuç olarak, zorunlu seçimin paradoksu, Tanrı’nın insana özgürlük verdiği özgün armağanın yapısına zaten dahil değil midir? İnsana özgürlük verilir – onu yanlış kullanarak Yaratıcı’dan kurtulması, yani, gerçekten özgür olması beklentisiyle. Suçlu durumuna düşmeden özgürlük armağanını kullanmanın tek yolu, onu hiç kullanmamaktır – kısacası, burada bulduğumuz şey, zorunlu seçimin yapısıdır: “yanlış seçimi yapmak koşuluyla özgürce seçim yapabilirsiniz…” Bu nedenle, Standart Gnostik okumalara göre, Cennet’teki Havva’yı ayartan yılan, onları cahil bırakmak isteyen kötücül Yaratıcı tarafından Cennet duvarları içinde hapsedilmiş Adem ve Havva’ya bilgi aktarmaya çalışan iyiliksever bir bilgelik sözcüsüdür! Tanrı, Adem ve Havva’ya bilgi ağacından meyve yemelerini açıkça yasaklayarak, aslında yasağını ihlal etmelerini, iyiyi ve kötüyü bilmeye adım atmalarını ve böylece çıplaklıklarının utancının farkına varmalarını İSTER. Burada Tanrı kendisi tutarsızdır, bölünmüştür, bir şey söyleyip satır aralarında başka bir örtük talimat verir.

Kierkegaard’ın dediği gibi, yasak özgürlük ihtimalini uyandırır –yasağı ihlal etme özgürlüğü, yani, iyiyi kötüyü ayırt etme bilgisinin ağacından yeme özgürlüğü. Tanrı burada sapkınca bir strateji izler: Yasaklayıcı Sözü ifade ederken, insanı bu yasağı ihlal etmeye ve böylece insan olmaya teşvik eder. Aziz Augustine’in çok uzun zaman önce (Enchiridion, xxvii’de) belirttiği gibi: “Tanrı hiçbir kötülüğe müsaade etmemektense kötülükten iyilik çıkarmayı tercih etmiştir.” Ya da Kierkegaard’ın büyük rakibi Hegel’in de belirttiği gibi, bilgi sadece iyi ve kötü arasında seçim yapma ihtimali değildir, “insanları kötücül yapan, düşünce veya bilgidir, bu yüzden düşünce ve bilgi kendisi kötücül olan şeydir ve bu nedenle böyle bir bilginin var olmaması gerekir çünkü bu kötülüğün kaynağıdır.”[12] Kısacası, yasak, yasakladığı şeyden önce gelir, ya da Kierkegaard’ın dediği gibi, açıklama sonradan olanı öngörür. Adem ve Havva’nın ağacın meyvesini yedikten sonra kazandıkları bilgi yine de tamamen boş değildir. Elmayı tattıklarında ne olur?

“İkisinin de gözleri açıldı ve çıplak olduklarını fark ettiler; bu yüzden incir yapraklarını tutturarak kendilerine örtü yaptılar. Sonra adam ve karısı, günün serinliğinde Tanrı’nın bahçede yürüdüğünü duyunca, bahçedeki ağaçların arasında Tanrı’dan saklandılar. Ancak Rab Tanrı adama seslendi, ‘Neredesin?’ Adam, ‘Bahçede senin sesini duydum ve çıplak olduğum için korktum; bu yüzden saklandım.’ Ve dedi ki, “Sana çıplak olduğunu kim söyledi? Sana yememeni emrettiğim ağaçtan mı yedin?’” (Tekvin 3:7-11)

Ağaçtan yemeden önce, Adem ve Havva zaten çıplaktılar, sadece bunun farkında değildiler. Düşüş, mecazi olarak, uçurumun üzerinde duran ve ancak aşağı bakıp ayaklarının altında zemin olmadığını fark ettikten sonra düşen kedi gibiydi. Düşüşteki değişim tamamen öznel bir durumdur; Adem ve Havva’nın varoluşlarını farklı bir şekilde kavramalarını içerir: İkisi de sadece ne olduklarını fark eder (kaydeder, not eder) – tıpkı Molière’in ünlü pasajında, bir adamın, kendisine düzyazıyla konuştuğu söylendiğinde (bu, onun için yeni öğrenilmiş bir kelimedir), memnuniyetle düzyazıyla konuşmayı bildiğini iddia etmesi gibi. Tanrı’ya düşüşlerini ihbar eden şey, onların cüretkâr çıplaklık gösterisi değil, çıplak olduklarını fark ettiklerinde hissettikleri utançtı. Bir bakıma, onların ahlaki utanç duygusu, onları suçlu hale getirdi. Alphonse Allais’nin eski şakasını hatırlayın; caddede yürüyen bir kadına işaret edip “Bakın! Kıyafetlerinin altında çırılçıplak!” diye bağırır. Aynı şekilde, bir insan, yalnızca utancının örtüsü altında suçludur. Onlara gelen ceza da (ölümlü olmak) aynı şekilde değil midir? Aynı şekilde zaten çıplak oldukları gibi, zaten ölümlüydüler; sadece ölümlülükleriyle ilişkilenmemişlerdi – Heidegger’in de ifade ettiği gibi, hayvanlar ölür, ancak yalnızca insan ölümüyle kendisinin en derin (im)kansızlığı olarak ilişkilenir. Yani, Tanrı cezayı ilan ettiğinde, sadece Adem ve Havva’nın çıplak olduklarını fark ettiklerinde zaten farkına vardıkları vaziyeti, yani iki zayıf ölümlü varlık olarak acziyetlerini ortaya koyar.

Burada “gözlem” terimini geri getirmek gerekirse, Düşüş sonucunda fiziksel gerçeklik düzeyinde HİÇBİRŞEY OLMADIĞINA dikkat çekmek gerekir; Düşüş (elmayı yemek ve bilgi kazanmak), sadece Adem ve Havva’nın zaten ne yaptıklarını fark etmeleri/gözlemeleri anlamına gelir. Augustine’in vurguladığı gibi, tabii ki Düşüş’ten önce cennette seks vardı, ancak cinsel eylemler, odun kesmek veya ağaçlardan meyve toplamak gibi basit bir araçsal faaliyet olarak gerçekleştirilirdi – içinde fazladan bir zevk yoktu. Bu zevk, sadece farkındalıkla birlikte geldi. Ve bu durum, sırabağımlı bir olaylar dizisi getirmemizi sağlar: Yasaklanmadan önce günah yoktur, kötülükten önce iyilik yoktur. Günahlar, yasaklanmadan önce yaptığımız eylemlerle aynıdır; sadece onları yaptığımızın farkında (gözlemliyor) değildik. Dolayısıyla gözlem, masum bir eylemi günaha dönüştürür. Benzer bir şekilde, kötülüğü seçmeden önce iyi değildik çünkü seçimin kendisi kötücüldür. Bu nedenle, Düşüş, iyilikten bir düşüş değildir; neyden düştüğünü geriye dönük olarak yaratır.

Bu bizi bir başka önemli konuya getiriyor: Karşıolgusal durumlar. Bunlar, gerçekliğin kendisine içkindir: Şeyler sadece oldukları şey değildir, farklı bir eylem tarzının seçilmesi durumunda ne olabileceğinin gölgesi de onların gerçelliğine eşlik eder. Örneğin, 2020’de Covid salgınının yayılmasını engellemek için karantina uygulamaya karar verdiğimizde, bunu enfeksiyon ve ölüm sayılarını azaltmak için yaptık. Ancak burada önemli bir ayrım yapmak gerekir:

“İki eylem seçeneğim var, A ve B. A’yı seçiyorum. A’yı seçtikten sonra takdir edebildiğim kadarıyla A’da B’den daha iyi bir durumda olduğumu düşünüyorum. Ancak, B’yi seçmiş olsaydım, A’yı seçtiğim takdirde B için öngördüğüm durumla aynı durumda olacağıma dair hiçbir garanti yok. Diğer bir deyişle, gizli varsayıma göre B’nin ‘gerçel’ (yani, gerçek) seçimi, beni A’yı seçtiğim takdirde B’nin ‘karşıolgusal’ (yani, görcül, ‘olguya karşı’) seçimiyle aynı dünyaya yerleştirir. Basit bir ifadeyle, gizli varsayıma göre, ‘alternatif’ dünyalar, gerçekten bulunduğumuz dünyayla aynı gerçekliğe sahiptir.”[13]

Bu varsayımı terk etmeliyiz, sadece belirgin ampirik nedenlerden ötürü değil – B’yi seçseydik (hiç ya da çok daha az karantina yapsaydık) ne olacağına dair karşıolgusal tahminimiz basitçe yanlış çıkabilir. 2020 yazında, Birleşik Krallık yetkilileri sahillere erişimi yasakladığında ve bu yasak büyük ölçüde gözardı edilerek sahiller dolduğunda, enfeksiyonlarda neredeyse hiçbir artış yaşanmadığını hatırlayın. Basitçe ifade etmek gerekirse, B’yi seçince A aynı kalmaz – B’yi seçtikten sonra, A artık bana B’yi seçtiren standartlarla ölçülür. Bu da bizi Zeilinger’in deneyine (Rovelli’nin okumasına) geri getiriyor: Bu deney Lacan’ın ifadesinin yanlış olduğunu açıkça kanıtlamaz mı, yani sırabağımlılığın “yalnızca imleyen kaydına ait bir kategori” olmadığını göstermez mi?

Ama işler gerçekten bu kadar basit mi? Belki de kuantum fenomenlerindeki “garipliğin” kaynağı aslında insanların yaşadığı simgesel evrene özgü olduğunu zannettiğimiz fenomenlerin orada belirmesidir? “Görünüşe göre sadece gözlem yapmanız bile olup biteni değiştirmeye yetiyor” iddiası çok net, harfiyen okunmalıdır: Değişim, bir öğenin gözlenmesiyle değil, hiçbirşey görmeyen bir gözlemle meydana gelir. Bu “şaşırtıcı şey” Saussure’ün farklılıksal (differentiality) dediği özelliğe çok yakın değil mi? Bir varlığın kimliği, yalnızca diğer varlıklardan farklılıklarında bulunuyorsa, o zaman bir şeyin olmayışı (bir yapıda olması beklenen yerde olmayışı) da müspet bir olgu sayılır.

Redaksiyon: Işık Barış Fidaner

Notlar:

[1] Carlo Rovelli, Helgoland, London: Penguin Books 2021. Bu metindeki sayılar bu kitabın sayfalarını işaret eder.

[2] The Seminar of Jacques Lacan, Book XI, New York: Norton 1991, p. 40.

[3] Ian H. Birchall, Sartre Against Stalinism, New York: Berghahn Books, 2004, p. 166’da alıntılanmıştır.

[4] Jean-Pierre Dupuy, Economy and the Future, East Lansing: Michigan State University Press 2014), s. 24.

[5] Age., s. 110.

[6] The Symptom 10: The Seminar of Jacques Lacan Bruce Fink’ten alıntılanmıştır.

[7] Jacques Lacan, La troisième [The third]. Lettres de l’Ecole freudienne 16 (1975), s. 186.

[8] Böyle bir asimetri vakası daha: görünüşte “gayrımakul” bir şekilde, ekonomik ve finansal sözcüler, felaket bir sonucun ihtimaliyle karşılaştıklarında, bunu görmezden gelmeyi seçerler: “Onu hesaplamalarından çıkarırlar çünkü yakından incelemek için çok korkunçtur. Ama tam da onu çıkararak ona bir yer verirler; oldukça da kaydadeğer bir yer verirler.” (Age., s. 86) Eğer %50/%50 alternatifi, ya stoklarımızın daha fazla büyümesi ya da pazarın tamamen çöküşünün onları değersiz hale getirmesi ise, değerlerini yarıya indirmek “makul” görünebilir – ancak gerçekten makul strateji, tam fiyatlarını korumaktır, çünkü o zaman işler yolunda giderse kazanırız ve kötü giderse ne yaptığımız önemli olmaz.

[9] G.W.F. Hegel, Vorlesungen ueber die Philosophie der Religion II, Frankfurt: Suhrkamp Verlag 1969, s. 206.

[10] Age., s. 207.

[11] Age., s. 205.

[12] Age., ibid.

[13] Jean-Pierre Dupuy, La Catastrophe ou la vie – Pensées par temps de pandémie, Paris: Editions du Seuil 2021, s. 16.

3 Yorum

Filed under Eviri

3 responses to “Simgesel ve (Kuantum) Gerçekte Sırabağımlılık — Slavoj Žižek

  1. Geri bildirim: Trisolaris — derleme | YERSİZ ŞEYLER

  2. Geri bildirim: İtikat — derleme | YERSİZ ŞEYLER

  3. Geri bildirim: Eviri — özel sayfa | YERSİZ ŞEYLER