Şofar: Erbaba’nın katlini müteakip Kanun koyan kurucu jest — Slavoj Žižek

sofar

Theodor Reik 1920’lerde yazdığı klasik makalesinde bitimsizce pes tonlarda acı acı uğuldayan ‘şofar’a dikkat çekmişti. Şofar, koç boynuzundan yapılan nefesli bir çalgıdır, Yom Kipur tefekkür gününün akşam ritüelinde kullanılır. Reik şofar sesini kadim Erbaba’nın katli sorunsalına bağlar (Totem ve Tabu‘da anlatılan Urvater): Tumturaklı kurşuni gürüldemesiyle ürküttüğü dinleyicilerde tekinsiz bir acı-zevk karışımı uyandıran şofar, Reik’ın yorumuna göre, Erbaba’nın can-tözünden kalan son izdir; inleyen-ölen-aciz-aşağılanmış babanın bitmek bilmez feryadıdır. Yani şofar ‘önbastırma’ izidir, simgeler gelmeden öldürülen keyfiyet tözünün sesli bir anıtıdır adeta: Şofar sesinde ölme feryadı yankılanan baba ‘iğdişsiz’ Keyfi-Babadır (Erbaba). Reik şofara benzeyen bir başka ilkel çalgıyı da delil gösterir: Böğürboğa (bullroarer) arenada katledilen boğanın böğürtüsünü taklit eden bir çalgıdır: Her boğa güreşinde Erbaba’nın katli bir kez daha sahnelenir.

Öte yandan Yahudi geleneğine göre şofar sesi Tanrı’nın On Emir’in yazıldığı tabletleri Musa’ya devrettiği vakur anda göklerde çakan gürlemenin yankısıdır; yani şofar Yahudi halkının Tanrılarıyla Antlaşması anlamında Kanun koyma jestini de temsil eder. Şofar sesi, efsanevi simge-öncesi can-tözünün doğrudan sesli dışavurumu ile ifadeli söz arasında ‘kaybolan aracı’dır; can-tözünün geri çekilerek, kendini-silerek simgesel Kanuna alan açması jestini temsil eder. Şofarın ‘kaybolan aracı’ oluşunda yine Schelling ve Hegel’in derin düşüncelerinde işleyen Grundoperation çıkar karşımıza: Şofar, ifadeli sözlere dönüşerek kendini aşan seda tözünü temsil eden bu tuhaf ses, Schelling’de bilinçdışı dürtüler girdabından Logos alanını farklılaştıran bilinçdışı eylemle benzeşiktir. İşte psikanaliz bu yolla ‘disiplinci’ Söz ile ‘çiğneyici’/tüketici Seda arasında salınıp duran kısır döngüden çıkmamızı sağlar: Bizzat ifadeli sözün kurucu jesti görevi gören taşkın bir sedaya odaklanarak…

Şofar simge-öncesi dolaysız can-yaşantısından ifadeli söze doğrudan geçmenin imkansızlığını anımsatır bize: İkisinin arasındaki ‘kaybolan aracı’ ölme sesidir, hayvanın ölürken bağırması gibi:

Her hayvan dehşetle ölürken bir ses çıkarır, Benliğinin aşılmasını dışavurur. (Kuşların şakıması diğer hayvanlarda yoktur çünkü kuşlar hava öğesine aittir – ifadeli bir sese, daha saçılmış bir benliğe aittir.)

Seda anlamı kendi kendisine çevirir; seda olumsuz benliktir, arzudur. Eksikliktir, tözün kendi içinde namevcudiyetidir…
(Hegel, Jenaer Realphilosophie)

Schelling iki ruh kipi arasındaki farkı ele almıştı: Bir yanda akılcı düşüncenin öz-duruluğunun ortamı olan saf ideal Tin vardır; öbür yanda hayaletsi tezahür vardır, hortlayan ruh vardır. Şofar sesi veya ölüm şakıması sahibinden kopartılarak hayaletsi özerkliğe kavuşmuş olsa bile tinsel anlamın duru ortamına henüz dönüşmemiştir: Bu sesin bizi yüzleştirdiği ‘ruhsal beden’deki (Schelling) paradoks/saçmantık, aynı yaşayan ölüler veya vampirlerdeki gibi, bedensel yoğunluk ile ruhsal duruluk arasındaki ayrımı bulandırır. İşte bu anlamda Tin/hayalet farkı Freudcu iki babanın farkıyla örtüşür: Bir yanda yasaklayarak hükmeden simgesel sözcü olan Ödipal ölü baba, öbür yanda ayıpçıl Erbaba. Şofar ölmekte olan ayıpçıl Erbaba’nın hayaletsi sesini duyurur, Babanın-Adı’yla hükmedip simgesel yetkili sözcü olabilsin diye.

Baba katlinden artakalan ses olan şofar bağlamında Lacan eşsiz marifetlerinden birini becererek basit bir soru sorar: Şofarın tekinsiz sesi kime hitap eder? Bunun standart cevabına göre elbette şofar sesi inançlı Yahudilere hitap eder, Tanrı’yla yaptıkları antlaşma gereği riayet etmeleri gereken ilahi Kanunu anımsatmak içindir. Ama Lacan işleri tersine çevirir: Şofarın asıl muhatabı inançlı cemaat değil bizzat Tanrı’nın kendisidir. İnançlı Yahudiler şofar çaldıkları zaman ona neyi anımsatırlar? Ölmüş olduğunu. Tabi bu noktada ürküntü ilahi gülünçlüğe dönüşür, yani ‘ölmüş olduğunu bilmeyen’ babaya dair ünlü Freudcu rüyanın mantığına gireriz (Düşlerin Yorumu‘ndan). Tanrı-Baba ölmüş olduğunu bilmez, bu yüzden de canlıymış gibi davranan Üstben hayaleti kılığında bizimle uğraşmaya devam eder; bu nedenle ona ölmüş olduğunu hatırlatmanız gerekir, o da çizgifilmlerde boşlukta yürüdüğünü fark ettiği anda yere çakılan çakal gibi çöküverecektir. Buna göre şofarın işlevi aslında edilgen kılıcıdır: Ürküten gürlemesi aslında Tanrı’nın ‘putperest’ Üstben boyutunu edilgen ve nötr kılmak içindir, yani O’nun lekesiz Adıyla simgesel Antlaşma adına davranmasını emniyet altına almak içindir. İnsan-Tanrı antlaşması bakımından şofar sesi Tanrı’ya simgesel Antlaşma yükümlülüğünü yerine getirmesini anımsatma ve travmatik fedai keyfiyet patlamalarıyla bizi rahatsız etmesini önleme görevi görür. Yani şofar sesindeki iki özelliğin yoğunlaşması (ölen Erbaba’nın böğürtüsü ile On Emir’in deklare edilme sahnesi) Tanrı’nın ancak ölmüş olmak şartıyla meşru bir hüküm sürebileceğine dikkat çeker.

Ölmekte olan babanın anıtı/kalıntısı olan bu ses elbette Kanun hükmü kurulunca silinecek bir şey değildir: Kanunun yok edilemez desteği olarak ona sürekli gerek duyulacaktır. Bu yüzden o sesin yankısı Musa Tanrı’dan Emir’leri alırken duyulmuştu, yani (simgesel) Kanun hükmünün kuruluş anında duyulmuştu (o seste Musa Emirlerin ifadesini duyabiliyorken Sina dağının dibinde bekleyen kalabalık ancak ifadesiz şofar sesinin bitimsizliğini duyabiliyordu): Şofar sesi (yazılı) Kanunun indirgenemez eklentisidir. Ancak o ses Kanuna performatif boyutu bahşedebilir, ancak o ses Kanunu yürürlüğe sokabilir: Bu anlamsız sesin (seda nesnesinin) desteği olmasaydı Kanun kimseyi bağlamayan bir kağıt parçası olurdu. Şofarın sesi aracılığıyla Kanun söyleyenine kavuşur, ‘özneleşir’ ve böylece başkalarını yükümlü kılan etkili bir sözcüye dönüşür. Yani imletim zincirini yaratım eylemine dönüştüren öğe, bir sesin müdahalesidir.

Asıl mühim mesele Kanunun koyulduğu o travmatik, sarsıcı an ile şofar sesinin alakasıdır: Kanun dahilinde kaldığımız sürece Kanunun ‘kökeni’ kesinlikle düşünülemez; Kanun hükmü kendisinin (‘kanundışı’) kökenlerinin ‘defterden silindiğini’ önvarsayar; Kanunun performatif tesiri onu hep-zaten verili saymamıza bağlıdır. Bu yüzden o imkansız ‘kökenler’ Kanun alanı dahilinde ancak bir boşluk kılığında, kurucu bir namevcudiyet kılığında bulunabilir; düşlemin rolü de hayali bir köken hikayesiyle o boşluğu dolgulamaktır. (Yazılı) Kanun o düşlemsel eklentiye gerek duyar; o eklenti mevcut değilse hukuki yapının orta yerindeki boşluk ayyuka çıkar ve Kanunu işlemez kılar. Sesin (yazılı) Kanunla ilişkisi, düşlemin senkronik simgesel yapıyla ilişkisi gibidir: Ses/düşlem, o yapının düşünülemez ‘kökeni’ yerine geçer, onun kurucu eksikliğini dolgular (ve yerini tutar).

Mevcutlukla namevcutluk böylece şofarda giriftleşir. Bu ses simge-öncesi Keyfi-Baba’dan kalan ‘küçük gerçek parçası’dır; Kanunun travmatik kökeninin mevcudiyetini temsil eder. Ama şofar sesi Kanunun kökeninin namevcudiyetine de şahitlik eder; o tekdüze ses tam olarak düşlem nesnesidir: Saf surettir, büyüleyici mevcudiyetiyle özneyi simgesel düzenin radikal tutarsızlığı karşısında körleştiren nesnedir, simgesel düzenin (‘büyük Öteki’nin) tutarlı ve yetkin olduğunun güvencesini vermesi beklenen nihai imleyenin eksikliğinin yerini tutan nesnedir. Şofar sesine dair nihai paradoks/saçmantık burada yatar: Simgesel yetki tanımı gereği ölü babanın yetkisidir, Babanın-Adı’nın yetkisidir; ama etkisi görülecekse bu yetki canlı babanın (düşlemsel) kalıntısına yaslanmalıdır, Erbaba’nın katlinden sağ çıkan kadim bir parçaya yaslanmalıdır.

Şofarın tuhaf sesinin yapısal konumunu artık görebiliriz: Şofar sesi Sözün travmatik kurucu jestinin kalıntısını cisimleştirir, böylece bizi Sözle disipline edilmek ile Sedanın öz-keyfiyetiyle tükenmek arasında salınıp durmaktan kurtarır. Şofardan alınacak ders ilk bakışta şuna benzer: Simgesel yetkiyi taşıyan ifadeli söz olan Logos şayet zevkanlama (enjoy-meant: jouis-sens: keyfiyetin sirayet ettiği sese) hakim olacaksa, onu aşacaksa, ondan daha travmatik başka bir sesi göreve çağırmalıdır; Logos taşkın keyfiyetle savaşında galip gelecekse çarpışan iki taraf da ses olmalıdır. Ama o zaman mesele çözülmeden ortada kalır: Bu sesler ne bakımdan alakalıdır, hangi ses önceliklidir? Şofar sesi, yani ölen babanın böğürtüsü, dişil şakımada kendini-tüketen keyfiyetin bir başka türü sayılamaz: Bu ikisinin ‘özdeş’liği ancak Hegelci spekülatif özdeşlik olabilir. Artakalanın (leftover) iki kipi söz konusudur: kalıntı ile taşkınlık (remainder, excess). Bunların ikisi de ‘aynı tarafta’dır, Logos‘a karşı keyfiyet tarafındadır. Kalıntı (remainder) kendi sesteş anıtına (reminder) işaret etmektedir.

Cebirde ‘kalan’ terimi, bir sayı bir başka sayıya tam bölünemeyince artakalan miktarı belirtir; keyfiyet tözü imletim ağı ile tam olarak bölünemeyince (yapılanamayınca, ifade edilemeyince, sayılamayınca) artakalan şeyler gibi. Benzer şekilde şofar sesi de ölmekte olan Keyfi-Baba’nın nesne kalıntısı-anıtıdır: Kanun koyan kurucu jestten artakalan şeydir, o jestin bölünemez kalanıdır. Logos ile kendini-tüketen dişil keyfiyet arasındaki ilişki ise, aksine, çoktan-kurulmuş simgesel Düzen ile onun çiğnenişi arasındaki ilişkidir: Dişil ses Kanuna göre taşkındır. Başka bir ifadeyle: Taşkın-tüketici Sesten şofarın yankılaşımına geçerseniz, Kanun ile çiğnenişi arasında oluşan gerilimi bizzat Kanun alanının iç bölünmesine geçirmiş olursunuz: Kanunun ile çiğnenişi arasındaki dışsal ilişki, Kanun ile kendi travmatik kuruluş jesti arasındaki ilişki halinde içselleşir. Yukarıda dediğimiz gibi, şofarın yankılaşımı Kanunun ‘imkansız’ kökenlerinin gizemine işaret eden bir düşlem perdesi görevi görür.

Bölünemez Kalan’dan

Türkçesi: Işık Barış Fidaner

Bkz “Shofar” (Wikipedia), “Ödip efsanesi ve Erbaba efsanesi” Slavoj Žižek, Yankı (özel sayfa), “Dişil can taşkınlığı” Slavoj Žižek, “Adlandırılmak yasın berigölgesidir” Jacques Derrida, “Dilin Asgari Yapısı”, “Ölü baba rüyası ve arzuyla geçinmek” Jacques Lacan

iz-koç

10 Yorum

Filed under çeviri