Kim suçlu? — Slavoj Žižek

Slavoj Žižek – 19 Ekim 2023 – newstatesman.com

İnsanların İsrail-Filistin çatışmasının şartlarını düşünmeyi reddetmeleri bir ahlak felaketidir.

7 Ekim Hamas saldırısına gösterilen tepkilerde ilginç bir manevra gözleniyor: Saldırının gerçekleştiği şartları anlamak gereğinden –İsrail’in Batı Şeria işgali ve Gazze Şeridi’ni saran demir kuşatması– söz açan herkes için Hamas terörizmini destekleme veya makulleştirme suçlaması ortaya atılıyor. Bu yasağın ne kadar acayip olduğunun farkında mıyız? Bence bu bir ahlak felaketidir.

Şartları anlamak derken derin hikmet kılığına bürünen şu bönlüğü kastetmiyorum: “Düşman dediğin insanın demek ki hikayesini duymamışsın.” Hitler’i de sadece hikayesi duyulmadığı için düşman bellediğimiz söylenebilir mi? Hitler’i daha iyi tanıyıp “anladığım” zaman onu daha bile düşman bellemez miyim? Kaldı ki kendi kendimize anlattığımız hikayeler de hakikat değildir – başkalarına yaşattığım gerçek dehşetleri makulleştirmek için imal edilmiş bir yalandır genellikle. Hakikat dışarıdadır, işlediğimiz gerçek amellerdedir. Etnik temizliğe kalkışan her saldırgan kendini şu veya bu saldırıya tepki gösteren bir kurban gibi sunar. Savunma bakanı Yoav Gallant İsrail’in “insan hayvanlarla” savaştığını söylediği anda kendi insanlığını kaybetti.

Katar’da keyif süren Hamas lideri İsmail Haniye saldırı gününde şöyle dedi: “Size diyeceğimiz tek bir şey var: Çıkın ülkemizden. Yıkılın karşımızdan… Bu ülke bizimdir, Kudüs bizimdir, [burada] herşey bizimdir… Size ne bir yer ne bir emniyet vardır.”

Net ve iğrenç. Ama İsrail hükümetinin Gazze’deki Filistinliler hakkında söyledikleri de bunun aynısı değil miydi, daha ölçülü bir dille de olsa? İşte İsrail’deki mevcut hükümetin resmi ‘temel ilkeleri’nin ilki: “Yahudi halkı İsrail Ülkesi’nin bütün bölgeleri üzerinde münhasır ve devredilemez hak sahibidir. Hükümet İsrail Ülkesi’nin bütün bölgelerinde yerleşimler geliştirip teşvik edecektir – Celile’de, Necef’te, Golan’da ve Yahudiye’de ve Samarya’da.” İsrail başbakanı Binyamin Netanyahu’nun deyişiyle “İsrail bütün yurttaşlarının devleti değildir, Yahudi halkının devletidir – sadece onun.”

Milli kanunlara kodlanmış böyle bir “ilke” varken Filistinlilerin müzakere etmeyi reddetmesini İsrail nasıl ayıplayabilir ki? Bu “ilke” zaten her ciddi müzakere ihtimalini dışlamıyor mu? Filistinlilere şiddetli direnişten başka hiçbir seçenek kalmış mıdır? İsrail devleti Filistinlilere toplumda yer açan hiçbir umut veya pozitif vizyon sunmamıştır; onlara sadece ve sadece kuvvet ve kanun aracılığıyla halledilecek bir sorun muamelesi yapmıştır.

O halde ikinci Nakba yaşanırsa bunun suçlusu kim olacaktır? İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) veya gizli servis mi suçlanmalı? Dror Moreh’in Eşikbaşları (The Gatekeepers, 2012) belgeselinde yapılan röportajlarda İsrail’in iç güvenlik ajansı Şin Bet’in altı şefinin altısı da siyasetçilerden doğan tehlikeler üzerine ikazlar dile getirir. Şin Bet şefleriyle görüştükten sonra Moreh Economist gazetesine Netanyahu’nun “İsrail devletinin varoluşuna büyük bir tehdit oluşturduğu”nda karar kıldığını söyledi. Şöyle devam etti: “Liderlerimizin aslında bu sorunu çözmek istemediklerini onların gözlerinden okudum. Bir liderde olması gereken cüret, gözüpeklik, irade, cesaret onlarda yok. Suçu tamamen İsrailli liderlere yıkmıyorum. Bence Filistinli liderler de aynı korkunç hastalığa yakalanmışlar. Bence Abba Eban’ın deyişiyle Filistinlilerin hiçbir fırsat kaçırma fırsatını kaçırmadıkları olgusu her iki taraf için geçerlidir.” IDF de öyledir – Batı Şeria’da askerlik yapmayı reddeden “refusenik”lerin kınanmasını hatırlayın. İsrail’de son Netanyahu hükümeti eliyle yürütülen katıksız siyasileşme süreci, dünyayı saran milliyetçi-köktendinci mücadeleye dahildir, yasal devleti bile karşısına alan bir popülizmdir.

1989’da Holokost sağkalanı Simon Wiesenthal şöyle yazdı: “Müzmin muzaffer İsrail devleti sonsuza dek ‘kurban’ sempatisine yaslanamaz.” Büyük anti-komünist devşirme Arthur Koestler aynı sorunu daha farklı dile getirdi: “İktidar insanı yozlaştırıyorsa tersi de geçerlidir; zulmedilmek de kurbanları yozlaştırır, daha incelikli ve trajik yollarla da olsa.” Bu sorun süregiden savaşın her iki tarafı için geçerlidir. Birinci nesil İsrail liderleri Filistin ülkesi üzerindeki iddialarının evrensel adalete dayandırılamayacağını açıkça itiraf ediyorlardı: 1940’ların sonunda ve 1950’lerde dolayım şansı olmayan iki grup arasında dümdüz fetih savaşı olduğu biliniyordu. İsrail’in ilk başbakanı David Ben-Gurion şöyle yazdı: “Araplar-Yahudiler arası ilişkilerde yaşanan ağır sorunları herkes görüyor. Ama bu sorunların hiçbir çözümü olmadığını kimse görmüyor. Hiçbir çözüm yok! Ortada uçurum var ve iki yakayı buluşturmak imkansız … Biz halk olarak bu ülkeye sahip olmak istiyoruz; Araplar da halk olarak bu ülkeye sahip olmak istiyor.”

29 Nisan 1956’da bir grup Filistinli Gazze sınırını geçip Nahal Oz kibbutz tarlalarındaki hasadı yağmaladı. Tarlalarda nöbet tutan Roi, kibbutz’un genç bir Yahudi üyesi, elinde bir değnekle Filistinlileri kovalamak üzere bindiği atı onların üzerine sürdü. Filistinliler onu ele geçirdiler, Gazze Şeridi’ne götürdüler ve aynı gün BM’nin iade ettiği bedeni tahrip edilmişti.

IDF’in genelkurmay başkanı Moshe Dayan ertesi gün Roi’nin cenazesinde şöyle konuştu: “Gelin bugün canilere suç atmayalım. Onların bize ölesiye kinlenmesini nasıl ayıplayabiliriz ki? Sekiz senedir Gazze’nin mülteci kamplarında yaşıyorlardı, biz de onların ve atalarının yaşamış olduğu toprakları ve köyleri göstere göstere kendi mirasımıza katıyorduk. Roi’nin kanını Gazzeli Araplarda değil kendi içimizde aramalıyız. Nasıl göz yumduk, kaderimizle yüzleşmeyi nasıl reddettik, neslimizin yazgısının ne kadar zalimane olduğunu nasıl göremedik? Gazze kapılarının Nahal Oz’da yaşayan bu gençlerin omuzlarına yüklendiğini unuttuk mu?”

Günümüzde böyle bir beyan akla hayale sığar mı? “Barış için toprak” antlaşmasından ve iki-devletli çözümden söz edildiği yıllar önceki durumdan ne kadar uzak olduğumuzu unutmayın, şimdiki en sadık İsrail destekçileri bile o zamanlar İsrail Batı Şeria’da yerleşimler kurmasın diye baskı yapıyordu. 1994’te İsrail Batı Şeria’yı ayıran bir duvar inşa etmişti, böylece Altı Gün Savaşı (1967) öncesindeki gibi Batı Şeria’yı özel bir antite olarak tanımıştı.

Bütün bu ilerleme, ne kadar sınırlı kalsa da, şu anda buhar olup uçmuştur. Avrupa’nın bu konuda kendi sesine kavuşması gerekir, küresel çığlıklara eşlik etmek yerine. Avrupa bunu yapabilir çünkü yıllar önce de yapabilmişti, durumun karmaşıklığını görmeye ve bütün taraflara kulak vermeye hep hazır olmuştu. Bu rol Putin ve Çin’e kalırsa gerçekten yazık olur.

Türkçesi: Işık Barış Fidaner

Bkz “Analiz Yasağı: Žižek’in Frankfurt konuşması ve Žižek baenmeyen afendi şojuklar”, “Analyseverbot: critic with refined tastes vs. analysis proper”, “Festival Baskınında Kontr-Ödipal Dürtü”, “Yahuda ve Hamas”, “İsrail’le Filistin’i Ayıran Asıl Fay Hattı” Slavoj Žižek (çev. Barış Özkul)

5 Yorum

Filed under çeviri