Arzuyu yönelten nesne-sebep (objet a) ve arzuyu bulandıran iğret-illet (abject) — Slavoj Žižek

İğret [abject] acaba Lacan’ın küçük a nesnesine [objet petit a] yakın olabilir mi? Simgesel temsil sürecinin ‘bölünemez kalanı’ olan küçük a nesnesi arzunun hep-zaten kaybedilmiş nesne-sebebi işlevi görür ve kendi taşkın tabiatıyla simgesel süreçte içkin bir rol oynar, (simgesel) Kanun ile sürdürülen arzuyu güdüleyen eksikliğin ele avuca gelmeyen hayaletsi bedenlenişidir.

Anlam düzeni dahilinde teşkil edici kör nokta veya leke işlevi gören a nesnesinin aksine, iğret simgesel topluluk alanından “kökten dışlanmıştır ve beni anlamın çökeceği yere doğru çeker” [ç.n. illetli bir illiyettir]: “İğretimde nesne-öncesi eskil ilişkide varolan şu öğe korunur: Bir bedeni varolabilsin diye bir başka bedenden ayıran kadim şiddet.” Yani iğretim [abjection] deneyimi kültür-doğa, iç-dış, bilinç-bilinçdışı, bastırma-bastırılan gibi büyük ayrımlara öncüldür – iğretimle kastedilen tabiatın (Tabiat Ana’nın) içine dalıp gitmişlik değildir, aksine şiddetli farklılaşma sürecidir, doğa-kültür arasında “kaybolan aracı”dır, özne kültürde barınmaya başladığı anda gözden kaybolan “kültürün oluverişi”dir [ç.n. öğretimle perdelenen iğretim: cehaletten iğrenmek].

İğret “kimliği, sistemi, düzeni bozandır. Sınırlara, konumlara, kurallara saygı göstermeyendir” ama tabiatın akışıyla bütün kültürel ayrımların baltalanması anlamında değil; iğret “yasanın kırılganlığı”nı su yüzüne çıkarır, tabiat yasaları da buna dahildir, işte bu yüzden bir kültür istikrar kazanmaya çalıştığı zaman tabiat kanunlarına atıf yapar (düzenli ritmler: gündüz ve gece, yıldızlar ve güneşin düzenli hareketi, vb.). İğretle karşılaşmak ürkütür ama bu korkunun belli bir nesnesi yoktur (yılan, örümcek, yükseklik gibi) aksine dış gerçeklikle aramızdaki ayrıklığın çöküşünden duyulan çok daha temel bir ürküntüdür bu: Açık yaranın veya ölü bedenin bizi ürküten yanı çirkin olması değildir, iç-dış sınırını bulandırmasıdır.

İğret mefhumunun altında yatan kavramsal matris tehlikeli bir zemin düşüncesidir: İğretin işaret ettiği alan bizim can-yoğunluğumuzun kaynağıdır – enerjimizi ondan çekeriz, ama onu uygun/doğru bir mesafede tutmamız gerekir. Onu dışlarsak canlılığımızı yitiririz ama çok yaklaşırsak da deliliğin öz-yıkıcı girdabında yutuluruz – işte bu yüzden iğretim Simgeselin dışına adım atmaz, içeriden onunla oynar: “İğret sapkındır çünkü bir yasağı, bir kuralı, bir yasayı ne terk eder ne de üstlenir; onları kenara iter, hedeflerini şaştırır, yozlaştırır; onları kullanır, onlardan istifade eder ki onları daha iyi yadsıyabilsin.”

Bu iğreti/iğrenç taşkınlık, idealleşme/simgeleşme sürecine direnen Gerçeğin “bölünemez kalanı” kılığında da belirebilir – bu bağlamda Kristeva Batılı tektanrıcılığın pagan muhaliflerinin kalıntı mefhumunu övmesinden söz eder; kalıntı yaratılmanın ereksel kapanımını önleyerek hareketi ilelebet açık tutar: “Atharva Veda‘nın şairi, lekeleyen ve yenileyen kalıntıyı (uchista) tüm biçimlerin önkoşulu sayarak yüceltir. ‘Fedadan Kalan, ad, şekil ve dünyayı içerir… Gerçek olan da olmayan da Kalandadır, ölüm ve güç.'”. Kalıntı burada döngüsel evren mefhumunu destekler, evrenin yeniden doğmasını sağlayan şeydir. (Bu mantığın izlerini Kabala’da bile buluruz: evrenimizdeki kötülük, tanrının yarattıktan sonra aldığı sonuçtan tatmin olmayıp imha ettiği önceki evrenlerin kalıntısı sayılır – kalıntı, yaratımın yineleniş zeminidir.) Burada Hegel’i ve Hristiyan tektanrıcılığı suçlamak kolaydır: Onlar sözümona Kötü kalıntıyı tamamen ortadan kaldırıp İyiye ulaşma eğilimindedir, önceki alt aşamaların hepsini tazmin edecek bir erekselliği benimsemişlerdir…

Kristeva’nın iğret teorisi, iki aşırı uç saydığı simgesel düzen ile iğretim arasında bir orta yol bulma çabasıyla sınırlı kalır; tam da simgesel düzenin iğret bakımından nasıl olduğunu irdeleme işini ihmal eder. Simgesel düzenin hep-zaten dişil hora’ya gömülü olması değildir mesele sadece (Kristeva hora’ya önceden Semiyotik demişti), hora’nın içkin libidinal ritmlerinin maddi nüfuzuyla simgesel ifadelerin saflığının bozulması değildir mesele sadece; eğer simgesel düzen şu anda mevcutsa, şiddetli bir öz-farklılaşma veya bölme eylemiyle kendini hora’dan çıkarmış olduğu kesindir. Neticede Kristeva’nın ‘iğretim’ terimiyle bu öz-farklılaşmayı adlandıracaksak, o halde hora ile iğretimi birbirinden ayırt etmemiz şarttır: İğretim hora’dan geri çekilme hareketine işaret eder, öznelliğin teşkili için hora’dan geri çekilmek şarttır.

İşte bu yüzden Kristeva’nın teşhisine bir ekleme yapmalıyız: Yahudi-Hristiyan bileşiğinin “bastırdığı şeye (ritm, dürtü, dişil, vb.) geri dönülsün diye yapılan tek taraflı çağrıların” faşizm üretmesinin (Céline’in eserleri gibi) nedeni bu çağrının Simgesel noktadan geri düşmesi değildir, tam da iğretimi örtbas etmesidir, Simgeseli ortaya çıkaran “önbastırma”yı örtbas etmesidir. Böylesi girişimler Simgeseli askıya almak istemez, onlar “hem (simgesel) kekim dursun hem karnım doysun” derler, yani gereken bedeli ödemeden Simgeselde barınmak isterler (bu bedel “önbastırma”dır, öznenin ontolojik şaşmışlığıdır, çatışkısıdır, çığrından çıkmışlığıdır, doğal tözden farklılaşmış olmanın şiddetli ayırısı/çatlağıdır) – bu kadim hayal, eril bir anlam evreninin hora’nın ana-tözündeki kökünü de korumasıdır. Özetle: Faşizmde örtbas edilen (hatta defterden silinen) öğe Simgeselin kendisi değil, Simgeseli Gerçekten ayıran çatlaktır. Yahudi gibi figürlere bu yüzden gerek duyulur: Şayet Simgesel-Gerçek arasındaki ayırı/çatlak Simgeselin teşkiline dahil değilse, şayet Simgeselin Gerçeği “yuva” edinmesi mümkünse, o halde onların çatışkı sebebi (illeti) olumsal bir dış istilacı olsa gerektir – ve Yahudiler bu role herkesten daha uygundur, çünkü tektanrıcı simgesel Kanunu şiddetle öne sürerek yeryüzüne bağlı (Arz’a bağlı) kalan paganlığı reddetmişlerdir…

Tabi “iç deneyim” denen alanı illa hepten gündem dışı saymamız gerekmez; daha ziyade öznenin kendini-boşalttığı bir asgari değişime odaklanmalıyız, bu değişim en temel anlamda devrimcidir. Devrimin (revolution: ani kökten değişim) genelde evrime (evolution: kademeli değişim) karşıt sayılmasında derin bir ironi vardır: “devir” (revolution) aslında gezegenlerin dairesel hareketi demektir. Yani evrimde işler değişir, evrimleşir, başka bir yere gider, “devir” ise onları aynı yere geri döndürür – o halde nasıl oldu da “devrim” kökten değişim anlamına geldi? [ç.n. Türkçedeki gibi dik duran bir nesneyi devirme anlamı İngilizcede yok.] Bu paradoksta yine de derin bir anlam vardır: Evrimde aynı uzam içinde değişiklikler olur, devrimde ise bu uzamın kendisi değişmiştir, öyle ki aynı yere dönüldüğünde o yer o yer değildir artık, kökten değişmiştir. Bu da bizi asgari değişim mefhumuna getirir. Kristeva’nın iğret dediği Gerçek, özneyi yutup parçalamakla tehdit eden bir uçurumun dışsallığı kılığındadır, o halde bunun diyalektik karşı hamlesi de asgari bir farka odaklanmaktır – herşeyi mahveden devasa bir bozunma değil ama asgari bir değişiklik, ama yine de mutlak bir değişiklik, öyle ki gerçekte hiçbirşeyi değiştirmese de hiçbirşeyi aynı bırakmayan bir değişiklik. [ç.n. “hiçbir şey olmasa bile kesinlikle bir şeyler oldu ama biz fark edemedik”]

İhtilaflar’dan (Disparities, 2016)

Türkçesi: Işık Barış Fidaner

Bkz “Abject Bride” Sezen Aksu

üzülen ulus illiyetçiliği: illetlere illet olmak: sebeplerden yakınayım derken onlara bir kez daha sebep olmak

iğretasyon

12 Yorum

Filed under çeviri